Copyright © 2014 - Tamer Baran - Tüm Hakları Saklıdır.
Bu blogta yer alan yazılar (içerik), 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince eser sahibi olan Tamer Baran'a aittir. Söz konusu içerik eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz,yayınlanamaz...

31 Ekim 2016 Pazartesi

Şehrin Prensi

Devletteki yozlaşmaya dair bir film...


New York'ta özellikle narkotik dedektifleri kirli işlere bulaşmakta, örneğin rüşvet karşılığı suçluları salıvermekte veya baskında ele geçirdikleri parayı aralarında paylaşmaktadırlar. Aralarından biri vicdanının (ve ailesinin) baskısına dayanamaz, yetkililerle işbirliği yaparak ne gibi suçların işlendiğini anlatmaya başlar.
12 Angry Men / 12 Öfkeli Adam”, “Network / Şebeke”, “Serpico”, “The Dog Day Afternoon / Köpeklerin Günü” gibi unutulmaz sosyal/siyasi gerilimlerin ustası Sidney Lumet yine çok dengeli, sakin, olguları belgeselci titizliğiyle inceleyerek içinde yaşadığı topluma ve devlete ayna tutuyor.
The Prince of the City”nin uyarlama senaryo dalında Oskara aday gösterildiğini de belirtelim.

30 Ekim 2016 Pazar

What

Polanski'nin komedilerini de ("Pirates / Korsanlar" ve "The Fearless Vampire Killers / Korkusuz Vampir Avcıları") izlenmesi gerekenler listesine koymakta yarar vardır, eğer bunu yapacaksanız -hakkındaki olumsuz eleştirilere kulak tıkayıp- "Che? / What?"a da zaman ayırmayı ihmal etmeyin.
Çünkü bu film, adını andığımız kardeşleri gibi genelde eğlenceli, yer yer hayli absürd ve tabii ki usta işi ama onlardan ayrılan bir başka yönü daha var: "Che?" aslında bir “Alis Harikalar Diyarında” uyarlaması. Romanın cinsellikle ilgili (ve hiç üzerinde durulmayan) yönlerini açığa çıkardığı için övgüler derlemiş, ama gişede başarısız olduğu, eleştirmenlerce de beğenilmediği için diğer Polanski filmleri kadar tanınmamış bir eser.
Filmin seyirciyle konuşması” (yani seyirciyi yabancılaştırıp, ona bir film izlediğini, üstelik birkaç kez hatırlatması) 1970'li yıllar seyircisine fazla tuhaf gelmiş de olabilir. Oysa film ortalama seyircinin “ne abi bu?” cinsinden bir tepki vereceğini de tahmin ederek, “başka bir gözle” izlenmesi gerektiğini daha en baştan, adıyla söylüyor, ilgili herkesi (eleştirmenler, akademisyenler, analistler) uyarıyor. Bu açıdan bakıldığında çok özel ve değerli bir sanat yapıtı...

Ki zaten sadece Marcello Mastroianni'nin oyunculuğu için bile izlenmeli.

Bar Kelebeği

Eserlerinde “Amerikan rüyası”na getirdiği eleştirilerle tanınan şair ve yazar Charles Bukovski, 20 yıl önce bugün (9 Mart 1994) vefat etmişti. 1987 tarihli “Barfly” yaşamının bir dönemini anlatıyor.

Ortalama insanların serseri, kaçık, alkolik, sorunlu vb sıfatlarla tanımlayabileceği Henry Chinaski, toplumsal ölçülere göre “düzgün” bir hayat sürmeyi reddeden biridir; gece gündüz içerek, müdavimi olduğu barın barmeniyle yumruk yumruğa dövüşerek, bazen birkaç dize şiir veya kısa bir öykü yazarak yaşar. Haliyle kendisine uygun kız arkadaşıyla ilişkisi de inişli çıkışlı, bol olaylı olacaktır...

Gerçek yaşantıları perdeye aktardığı için platoda değil, doğal mekanlarda çekilen filmin baş rol oyuncuları Mickey Rourke ve Faye Dunaway örnek gösterilebilecek performanslar sergiliyorlar. Altın Palmiye için yarışan filmin usta yönetmeni Barbet Schroeder ise Bukovski'nin özellikle onun için yazdığı senaryonun hakkını veriyor.

Filmin mana bakımından önemli yönü ise hepimizin bilinçaltına “çok çalış, düzgün insan ol, mutlaka kazan, ne pahasına olursa olsun şahane yaşa” direktiflerini yerleştiren sisteme karşı bir varoluş, hatta isyan biçimini sergilemesi...

Meraklısına: Çeşitli konu ve türlerde belgesellerle tanındıktan ve “Bar Kelebeği”ni yaptıktan sonra uzun yıllar Holivud ana akım sinemasının çorak topraklarında debelenen Schroeder'in mutlaka seyredilmesi gereken iki filmi var: “More” ve “Before And After / İlk Günah” (1996).

29 Ekim 2016 Cumartesi

Beyaz Gül

2. Dünya Savaşı sırasında, Münih'te kamuoyunu Nazi rejimine ve savaşa karşı gelmeye çağıran bildiriler dağıttıkları için idam edilen 5 üniversite öğrencisinin öyküsü. Aralarından birine, 22 yaşındaki Sophie Scholl'a odaklanan birkaç film ve dizi var. Film adını gençlerin örgütlerine taktıkları isimden alıyor. Sophie kadar bu isim de hayli ünlü, özellikle Almanya'da pek çok okula bu ad verilmiş.
Michael Verhoeven'ın filmi Sophie'nin Münih'e gelişinden idamına kadar yaşanan olayları aktarırken “Sophie SchollDie letzten Tage” (2005) genç kızın son günlerine odaklanıyor. Meraklısı iki filmi üst üste seyrederek bu trajedinin ayrıntılarına vakıf olabilir.
Ayrıca “Beyaz Gül”, faşizmin neden insanlığın en büyük ayıbı olduğunu etkili bir şekilde aktaran, güçlü bir film.

Sophie Scholl: Son Günler

Die weiße Rose / Beyaz Gül”, Sophie ve arkadaşlarının trajik hikayesini başarıyla aktarıyor. Ama “Sophie Scholl - Die letzten Tage” de izlenmeli. Çünkü Sophie'nin hayatının son dört gününe ayrıntısıyla eğilen bu film, o dönemde Almanya'da neler yaşandığına ilişkin en değerli belgelerden biri. Hele o (filmin afişinde de kullanılan) mahkeme sahneleri, hukuk fakültelerinde öğrencilere gösterilmeli; yargı bağımsızlığını yitirdiğinde duruşmalar nasıl bir vahşete dönüşüyor, görsünler ve unutmasınlar diye...

Selefinden 33 yıl sonra çekilen ve 2006'da Yabancı Film dalında Oskara aday gösterilen “Sophie Scholl”, senaryosundan oyunculuklarına, kurgusundan rejisine beş yıldızlık bir film.

28 Ekim 2016 Cuma

Çocuk Pozu

Bu filmin senaryosunu yazan Romen sinemacılar Razvan Radulescu ve Calin Peter Netzer'in (filmi yöneten de o), ülkemizde neler olup bittiğini yakından izlediklerini sanmam. Filmi ithal eden Özen Film yetkilileri de herhalde gösterim tarihini (10 Ocak) seçimler dolayısıyla siyasi gerginliğin artacağını düşünerek belirlememişlerdir. 17 Şubat günü Meclis'te (Başbakan'ın oğlu) Burak Erdoğan'ın 1998'de sebep olduğu kazayı tekrar gündemegetiren CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun da filmi seyrettiğinden şüpheliyim. Her şey nasıl da denk gelmiş.
Sanat müziği sanatçısı Sevim Tanürek'in ölümüne neden olan trafik kazasına benzer bir hikayeyi işleyen “Child's Pose”un odağında bir baba değil, anne (Cornelia) var. Dominant bir karakter, zengin, çevresi de geniş; bir gencin ölümüne neden olduğu için yıllarca hapis yatacak olan oğlu Barbu'yu rüşvet ve baskıyla kurtarmaya çalışıyor. Oğlunun kişiliğini öyle ezmiş ki, koca adam çocuk gibi tir tir titriyor, ama sadece hapisten değil, vicdanının sesinden de korkuyor. Film onun dönüşümüne de eğiliyor.
Ve asıl tuhafı Netzer, bir noktadan sonra seyircisini Cornelia'nın da dönüşme zorunluluğuna boyun eğdiğine inandırmayı başarıyor. Vicdanını susturmayı başaramayacağı büyüklükte bir olay ve anların içinden geçtiğini o da anlıyor.
Geçen yıl Altın Ayı ile ödüllendirilen “Pozitia copilului”, her öğesiyle usta işi, özellikle oyunculuklar hayli etkili. Son 15 yıldır dünyada adından söz ettiren ve “4 Months, 3 Weeks & 2 Days / 4 Ay 3 Hafta ve 2 Gün” ile Altın Palmiye de kazanan Romen Yeni Dalga sinemasındabir başka pırlanta.
Fragmanı izlemek ve başka bilgiler edinmek için buraya tıklayınız.

26 Ekim 2016 Çarşamba

Ölüm Denizi

Modern başyapıt “Chugyeogja / Ölümcül Takip”in yönetmeni Hong-jin Na'dan yine çok beğenilen, hayli ilginç bir başka film (zaten bu ikisi dışında iki de kısa filmi var sadece). Bir önceki çalışmasında iki senaristle birlikte senaryoyu yazan Na, bu kez metni tek başına kaleme almış, haliyle yaklaşımı aynı: “Trajedi karakteri” özelliklerine sahip sıradan bir insanı, boyunu çok aşan kötülüklerle dolu bir dünyanın içine sokuyor, bir bataklığın içinde debelenmesini izliyor/izlettiriyor. 

Anlattığı hikaye yine çok ilginç trüklerle dolu ve yine özellikle Holivud macera ve macera-gerilim filmlerinden ezbere bildiğimiz şablonlara yüz vermiyor. Bu tavrın doğal bir sonucu olarak hikayenin nereye gittiğini anlayamıyor, kendinizi yönetmenin ellerine bırakmak zorunda kalıyorsunuz. Bu özgün öyküleme işçiliği aracılığıyla aslında yine günlük ekmek peşindeki küçük insanı anlatıyor, yine toplumunun eleştirisini yoğun macera ve şiddet sahneleri kullanarak yapıyor.
 

Yönetmen olarak -özellikle atmosfer yaratmak ve oyuncu yönetmekte- o kadar başarılı ki, ne yapsa mutlaka izlenmeli.

16 Ekim 2016 Pazar

Gülüşan

Bilge Olgaç'ın anısına
(1 Ocak 1940 – 3 Mart 1994)
Olgaç'ın duyarlılığını, işlediği temalara hakimiyetini, insancılığını sergileyen en başarılı, en etkileyici filmlerinden biri...
Olgaç senaryolarının seviyesi Yeşilçam ortalamasının çok üzerindedir genelde; bu filmde de öyle. Üçü kadın dört kişilik bir dünyayı kuran ve sunan film, karakterlerinin inandırıcılığı ve ana meselesini ustaca işlemesiyle dikkat çekiyor. Sanatçı dört parçalı bir yapboz kuruyor özenle, dengenin bozulacağını hissettiriyor, gerilimi azaltmadan, herhangi bir öğe veya duyguyu abartmadan trajik sona doğru ilerliyor.
Beklenebileceği gibi gerek kaleminde, gerekse rejisinde bazı aksaklıklar var, ama bunlar Olgaç'ın kusuru değil, Yeşilçam'ın yapısal sorunlarından (örneğin hızlı çekim yapma gerekliliğinden) kaynaklanıyor. O şartlarda bu performansı gösteren Olgaç da, dört ana karakteri canlandıran oyuncuları da (Halil Ergün, Yaprak Özdemiroğlu, Meral Orhonsay, Güler Ökten) bol bol alkışı hak ediyorlar; ellerine, yüreklerine sağlık.
Meraklısına: Filmi sevenlerin en önemli şikayetlerinden biri TV'de finali yok edilerek gösterilmesi.. Fakat hangi akla hizmetse son yazısı ekranda belirdiği için neredeyse 5 dakika eksik olan bu “sakat” versiyonu filmin orijinal hali sanan ve bu yüzden eleştirenler çıkıyor. Oysa orijinal versiyon son derece güçlü ve etkili bir finalin ardından kısa bir arka jenerikle son buluyor.

Kameranın Ardındaki Kadın: Bilge Olgaç

Ondan sadece sinemayı öğrenmedik; ondan insan olmanın erdemlerini, derinliğini, paylaşımı, dayanışmayı, sevdaları da öğrendik.”   

Bu sözler Olgaç'ın üç filminde başrolü üstlenen Berhan Şimşek'e ait. Feza Sınar'ın yazıp yönettiği belgeselde sinemamızın değerli sanatçılarının (Halil Ergün, Perihan Savaş, Füsun Demirel, yazar-senarist Osman Şahin ve görüntü yönetmeni Hüseyin Özşahin) yanı sıra Olgaç'ın ablası ve yeğeni de onunla ilgili görüşlerini, anılarını paylaşıyor. Cenazesinden kısa röportajlar bölümünde ise asistanlığını yaparak sinemaya başladığı usta yönetmen Memduh Ün'den Türkan Şoray'a, Kadir İnanır'dan Tarık Akan'a kadar pek çok sinemacı bu erken kayıptan doğan üzüntülerini dile getiriyor. Olgaç'ın kendisinin de söyleşi görüntülerine ve fotoğraflarına yer veren film, bu önemli yönetmenimizin belli başlı filmlerinden söz ederek hayatını öğrenme, inceleme fırsatı veriyor bizlere. 

Feza Sınar önemli bir çalışmaya imza atmış, ama filmi doğal olarak yeterli değil. Umarım Bilge Olgaç'la ilgili daha uzun ve ayrıntılı belgeseller de yapılır; ülkemizin de, sinemamızın da buna çok ihtiyacı var.  

Yazıyı sanatçıya “küçük ana” diye hitap ettiğini anlatan Şimşek'in cümleleriyle bitirelim: “Bu erkek egemen ülkede ve sinemamızda tek başına bayrak olmuş bir sinema sevdalısı, sinema aşığı bir insandı”.  

Meraklısına: Olgaç'la ilgili ilginç bilgiler aktaran bir yazıyı bu adresten okuyabilirsiniz.

14 Ekim 2016 Cuma

Linç

Bilge Olgaç'ın izlemek gereken çok filmi var, ama ikisinin yeri çok ayrı: “Açlık” ve  “Linç” birer başyapıt... Öyle ki, mesela “Linç” onarılsa, bugün bile çeşitli dünya festivallerinde beğeniyle izlenir. Hele bu “erkek filmini” bir kadın yönetmenin çektiği bilinirse ortalamanın çok üzerinde ilgi görecektir.

Seyirciyi mahkumların zor koşullarda yaşadığı bir hapishaneye götüren “Linç”, güçsüzleri, sıkıntıda olanları zalimlere karşı savunduğu ve idareye boyun eğmediği için o kapalı toplumun güç dengesini bozan Arap Kadir'in trajik hikayesine, yani “cezalandırılmasına” odaklanıyor. Kerim Korcan'ın romanından uyarlanan film, oyuncularının ve siyah-beyaz görüntülerinin başarısıyla dikkat çekiyor. Hele de 1970 yılının Yeşilçam'ı düşünüldüğünde Olgaç'ın sinema dilini kullanmaktaki mahareti insanı gerçekten şaşırtıyor. Örneğin Kadir'in hücrede kaldığı sahneler, özellikle de kaçtığı bölüm belleğinize kazınacak. Avludaki üçlü bıçak kavgası da öyle.
Adana Film Festivali'nde “Umut”a karşı yarışan film, birinci olamamış ama Olgaç'a En İyi Yönetmen ödülünü kazandırmıştı.

11 Ekim 2016 Salı

Kaşık Düşmanı


Bilge Olgaç eserlerinin çoğu gibi “Kaşık Düşmanı” da sanatçının içinde yaşadığı toplumu ve her an değişen yaşamı yakından izlemesi sayesinde hayata geçebilmiştir.
Tamer Baran

Sinema dergisinin Ekim ve Kasım 2008 sayılarında yayımlanan “Ateş,şofben ve sinemamız…“ ve “Hikaye cenneti ve sektör refleksi” başlıklı yazılarda, filmcilik ile güncellik arasındaki ilişkinin önemine dikkat çekmiş, şu cümlelere yer vermiştim: “Son yıllarda yapılan filmlerimizin hayal kırıklığı yaratmasının nedenlerinden biri de sinema sektörümüzün reflekslerinin çok zayıf olması…”
Yeşilçam'ın refleksleri son 20 yılın aktif filmcilerininkine kıyasla çok daha sağlamdı. Sinemaya 60'larda başlayan Bilge Olgaç'ın filmlerinde de aynı duruma rastlanır. Eserlerinin çoğu gibi “Kaşık Düşmanı” da sanatçının içinde yaşadığı toplumu ve her an değişen yaşamı yakından izlemesi sayesinde hayata geçebilmiştir.
Senaryosu da Olgaç'a ait olan film gerçek bir olaya dayanır: 1980 yılında yaşanan bir felaket, aynı köyden -çoğu kadın ve genç kız- 97 kişinin ölümüne neden olur, 402 nüfuslu köy “kadınsız” kalır... Sağlam filmci refleksleri sayesinde Olgaç, bu gerçek olaya nereden yaklaşması gerektiğini de kolayca belirler: kadınsız kalmanın erkekleri nasıl perişan ettiğini irdeler (Filmde erkekler kirli çamaşırlarından şikayet ediyor, acilen “avrat” bulmaya çalışıyor ve bozulan denge sinirleri de yıprattığı için habire kavga ediyorlar. En güzel sahnelerden biri ise kahvede topluca giysilerini yamamaları, yırtıkları dikmeleri).
Bu bakış açısının nedeni kendisinin kadın olması değildir sadece; filmi 1984'te, feminist akımların toplumumuzda ağırlık kazanmaya başladığı, Duygu Asena gibi yazarların popüler olduğu bir dönemde çekmiş, yani “gündemi” o açıdan da izlemiştir.
Sözün kısası: 7. Créteil Uluslararası Kadın Filmleri Festivali'nde birincilik ödülüne değer görülen “Kaşık Düşmanı”, her sinemaseverin mutlaka izlemesi gereken, toplumcu anlayışla kotarılmış bir komedi-dram filmi.
Meraklısına: Filmde Alman yönetmen rolünü üstlenen Şahin Kaygun, önemli bir fotoğrafçı idi. 1992'de yitirdiğimiz değerli sanatçımız “Afife Jale” ve “Dolunay” filmlerini yönetmişti.

Savannah

İki usta oyuncunun harika performanslar sergilediği bir tarihi dram 
Tamer Baran
Nehirleri, bataklıkları, deltaları, türlü çeşitli hayvanlarıyla ABD'nin Güney'i büyüleyici bir yer. Tabii ki kültürü, örneğin müziği de çok ilgi çekici... Bu nedenle o bölgede geçen hikayeleri anlatan fimlere kayıtsız kalamıyorum, hele de ırkçılığın daha üst düzeyde yaşandığı o eski dönemleri anlatıyorsa... O filmlerde doğanın huşu duygusu uyandıran güzelliği ve acımasızlığı ile insanın güzelliği ve zalimliği iç içe geçiyor.

Savannah” da bu filmlerden biri. Ana karakterlerinden biri bir zenci hizmetli olmasına karşın ırkçılığı önemli temalarından biri olarak işlemeyi tercih etmiyor ama aykırı bir dostluk öyküsü ve hoş bir aşk hikayesi anlatıyor. Diğer ana karakter, Ward etkileyici bir kişilik, Oxford mezunu ama ördek avlamakla geçinmeyi ve kazandıklarını batakhanelerde yemeyi tercih ediyor. ABD'nin “paraya tapma” noktasına varacak dönüşümüne kendince baş kaldırıyor.

Person of Interest / Şüpheli Şahıs” dizisinden ve “I Am David” filminden tanıyabileceğiniz Jim Caviezel ve “12 Years a Slave / 12 Yıllık Esaret” filmiyle Oskar'a aday gösterilen muhteşem Chiwetel Ejiofor yine çok iyi oynuyorlar. Fakat onların çabaları da filmi belli bir seviyenin üzerine çıkaramamış. Maalesef “Savannah” usta bir yönetmen ve senaristin dokunuşundan yoksun, o nedenle de hoş bir seyirlik olmanın ötesine geçemiyor.

Gerçek yaşantıların sunduğu dramatik imkanları ve öykünün dünyanın bugünüyle paralel temalarını daha iyi kavrayıp ustaca anlatabilecek sinemacıların eline geçse “Savannah” bir başyapıt olabilirdi.

7 Ekim 2016 Cuma

Başkanların Hizmetkarı

Gayet iyi bir film olması bir yana “The Butler” ABD'nin son 60 yılını özetlemesi bakımından da önemli ve izlenmeli
Tamer Baran
Evlerde, otellerde yetiştikten sonra Beyaz Saray tarafından keşfedilen, tam 8 Başkan'a uşak olarak hizmet eden Cecil Gaines'in hayatını, 5 yıl önce “Precious / Acı Bir Hayat Öyküsü” filmiyle çok ünlü olan Lee Daniels perdeye aktarmış. Hoş bir seyirlik, anlamlı bir eser olan “The Butler”ın iki önemli sorunu var: Arkadaş grubuyla muhabbet veya dans edilen sahnelerin vasat, aslında tümüyle gereksiz oluşu ve Cecil'in eşini canlandıran Oprah Winfrey'in özellikle gençlik yıllarında kocasından çok daha yaşlıymış izlenimi vermesi (Yıllar geçip de Whitaker makyajla yaşlandırıldıkça bu sorun çözülüyor).
En önemli başarısı ise son yılların en inanılmaz oyuncu kadrosunu bir araya getirmesi: Cecil'in arkadaşları arasında Cuba Gooding, Jr veTerrence Howard gibi o kuşağın en iyi zenci aktörleri de var. Başkanları canlandıranlar seçilirken ise fiziksel benzerlik ve tabii ki ustalık aranmış, bulunan isimler de makyajla neredeyse aynı hale getirilmiş. Örneğin Eisenhower'da Robin Williams, Nixon'da John Cusack ve Reagan'da Alan Rickman unutulmaz komposizyonlar çiziyorlar.
Siyasetle ilgilenmeyen bir adamın yıllar içinde dönüşüp doğru yolu bulmasını da anlatan “The Butler”da bahsi geçen ilginç notalardan biri de Beyaz Saray'da çalışan zencilerin beyaz meslektaşlarından çok daha düşük maaş almaları ve devletin tepesindeki herkesi tanıyan bu kişilerin kendi haklarını almak için yıllara uğraşmalarının gerekmesi...
İyi bir film olması bir yana “Başkanların Hizmetkarı” ABD'nin son 60 yılını özetlemesi bakımından da önemli ve izlenmeli.