Copyright © 2014 - Tamer Baran - Tüm Hakları Saklıdır.
Bu blogta yer alan yazılar (içerik), 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince eser sahibi olan Tamer Baran'a aittir. Söz konusu içerik eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz,yayınlanamaz...

10 Mayıs 2015 Pazar

Kütükle vura vura

Karışık bir dönemden geçiyoruz, psikolojik savaş ağır bombardıman halini aldı. Neredeyse her gün öyle örneklerle karşılaşıyorum ki, “iyisini” seçmekte zorlanıyorum (birkaçı bu yazının görselleri arasında). Ve tabii ki konuyu sinema filmlerine getirmek istiyorum, o alanda olup bitenler aslında çok daha vahim, ama onları seçimden sonra da konuşabiliriz

Tamer Baran

İlk ANAP hükümetinden beri, yani 30 yıldır memlekette neler olup bittiğini takip etmeye çalışıyorum: Ülkemizde psikolojik savaş (PS) hiç bu kadar yoğun yaşanmamıştı. İş çoktan istihbarat örgütlerinin karanlık çalışmaları boyutunu aştı, binlerce insanın belki bilinçsiz ama gönüllü faaliyetiyle desteklenen bir seviyeye geldi.

Etnik kökenini hiç merak etmediğim, siyasi görüşünü asla önemsemediğim bir eski arkadaşımın sayfasında rastladım bu iletiye. O kişiyi “gönül adamı” olarak tanıyıp sevmiştim, maalesef köprünün altından çok su akmış. Aralarında belirli bir kesimin hayli ünlü isimlerinin de bulunduğu çevresinin bu “delice” iletiye yaptıkları yorumlara burada yer vermek muhabbetimizi bozar temiz insan; arzu edersen, zaten bulursun...

“Şanlı tarihimizden bir kesit” kelimeleriyle paylaşılan bilgi, CHP GBY Prof. Mehmet Bekaroğlu’nun cikcikleri. Hassas bir konu olduğu için bu yazıda kullanmaya karar verip araştırdım: Depresyon teşhisi koyulan bir hastasının psikiyatrik görüşmede anlattıklarını kamuoyuna açıkladığı bu kısa cümleler, 1 Aralık 2011’de habermiş. Şimdi, tam da siyaset tüccarları birbirinin müşterisini çalma, sokaktan geçeni zorla dükkana sokma dönemindeyken, birileri onları tekrar sosyal medyaya vermiş.

2011’de Has Parti GBY sıfatıyla bu açıklamayı yapan Bekaroğlu, “meslek etiği” gereği hastanın kimliğini gizliyor. Fakat onun anlattıklarına dayanarak bazı askerlerin “mermi pahalı diye” meşe kütüğüyle vura vura çocukları öldürdüğü bilgisini yayıyor… Kaç kişi bu suçu işlemiş, kaç kişi öldürülmüş, belirsiz; bu da “Dersim harekatına katılan” herkesin eli kanlı caniler olarak algılanmasına yol açıyor.

Ünlü bir korku filmine gönderme yapan bu çalışma, sıradan bir zekanın
ürünü değil. Çünkü o filmde oyuncak bebek Çaki, içine giren
şeytani bir ruhun etkisiyle insanlara kötülük yapar. Bu PS çalışmasının
 bakış açısına göre HDP lideri şeytani bir gücün kuklası imiş. 
Asla güvenmeyeceğim bir bilgi demeti bu. Çok nedeni var, mesela: Bir ürüne benziyor, pırıltılı bir ambalajı da var: Meslek etiği… Hem de en vurucu alandan: Psikiyatri… Aklı başında insanlarız şurada, hangimizin o kürsüye itiraz edecek cesareti var: “Kral çıplak” diye bağırsanız, beyefendinin giyimine itiraz etmenizin asıl nedeninin falan kompleks, filan savunma mekanizması olduğu söylenebilir, üstelik bu doğru da olabilir.

Öyleyse önce o hapishaneden kurtaralım kendimizi, mantığımızı kullanalım: Gerçekte ortada bilimsel bir şey var mı? Yok çünkü ölçülemez, denenemez, haliyle kanıtlanamaz bir şeyden bahsediyor. Peki bahsettiği kişi güvenilir mi? Bilmiyoruz çünkü açıkla(ya)mıyor… Kendisi desen zaten tarihçi değil…

Ee, ne bu şimdi?

Literatürde yeri var; Dr. Tahir Tamer Kumkale anlatsın (“Psikolojik Savaş” / Küresel İşgal, Pegasus, 2007, sayfa: 140): “Gri propaganda uygulaması ise en yaygın kullanılan bir metottur. Burada kaynak bildirilmez veya kaynak belirsizdir. Tamamen rivayetler ve şaiyalardan faydalanılır. Hedef kitlenin ruhsal durumu göz önüne alınarak birdenbire ortaya çıkartılır. Kulaktan kulağa süratle yayılması sağlanır. Doğruluğunun tahkik edilmesine fırsat bırakılmadan hedef etki altına alınır”.

Hala ikna olmadıysan sevgili okur, hesabı kendin yapıver bir zahmet, Bekaroğlu’nun bahsettiği hasta 1938’de kaç yaşında olabilir, bir bak. Cümlelerin okurun bilinçaltına yerleştirdiği korkunç karalamayı kendin değerlendir.

Samimi ve dürüst bir siyasetçi, hele de bilim insanı ise bu kadar değersiz cümleleri bilimsel veriymiş gibi sunarak kamuoyuyla paylaşamaz, bunu yapıyorsa orada bir tuhaflık, belki de yürek kirliliği var demektir.  

Mesela şu veri işe yarar mı acaba: 23 Kasım 2011’de dönemin Başbakanı Erdoğan, AKP GİBT’de konuşmuş, “Dersim’de kadın ve çocuklar katledildi” ve “Devlet adına özür dilemek gerekiyorsa ben bu özrü dilerim” demiş. Bekaroğlu’nun cikcikleri ise tam bir hafta sonra…

Vay anasını sayın seyirciler…

Hatta iki defa söyleyelim yüksek sesle: Masum çocukları öldürmüşler… Bugünkü gençlerin Dersim adı neden değişti, madem resmi adı Tunceli, neden “büyüklerimiz” eski adını kullanıyorlar gibi soruları var, tabii ki pek azı anne babasıyla paylaşabiliyor, bu PS ürünü hem yetişkinleri en zayıf yerinden yakalıyor, hem de gençlere “Şanslısın, sen bu yaşa geldin” bilinçaltı mesajı veriyor.

Vicdan çok önemli sevgili okur; şu ayrımda anlaşalım lütfen: Bekaroğlu’nu ajan olmakla suçlayamayız; çünkü ne adamı tanıyoruz, ne de istihbarat uzmanı var aramızda… Asıl psikolojik savaşı yapanlar, 2011’deki malzemeyi bugün tekrar önümüze getirenler… O iletiyi paylaşanların çok büyük bir bölümünün nasıl bir tuzağa düştüklerini görememesi de normal; ama bunun yarattığı bir sonuç var: Yukarıdaki tarife göre gri propagandayı başarıya eriştirenler sade vatandaşlar; sen, ben, biz…

Tam da bu nedenle “Zor Zamanlar” üst başlığını taşıyan bu yazıların ilkinde (“Dörtlek Zibidi”), şunu önerdim: “Madem çok yönlü bir kuşatma altındayız, prangaları çıkarıp atmanın tek yolu olabilir: Tuzağa düşmemek, yani ‘bilemeyiz’ sözcüğünü baş tacı etmek. Adamı tanımıyorum (…) vb cümleler, sakin bir duruş bize bir şey kaybettirmez.”

Şimdi sıra sende parlak yürek: Arzu edersen birkaç gün önce, Zeki Alasya’nın ölüm haberinin ardından yazıp çizilenleri anımsarsın. Örneğin Ayşen Guruda: “Bugün her evden bir cenaze kalktı demiş”. Bu bir sevgi cümlesidir. Metin Akpınar’ın açıklamaları da öyle. Ama yok camiden cenazesi kalkmasınmış, şu partiden, bu gizli örgüttenmiş lafları, sevgiyle ilişkili değil... Bunların üretilmesi, bu ölümün çok ilginç bir zamana denk gelmesiyle ilgili de olabilir: Toplumu onlarca parçaya bölme işinde epey ilerlemişlerdi, bir sanatçının vefatı, farklı partileri destekleyen milyonlarca kişiye ortak bir tarih ve kültürleri olduğunu hatırlattı.

Ve ortak acımıza dönüştü. 

Yeniülkehaber.com sitesinde, 26 Ocak’ta 2014’te yayımlanmış, bugünlerde tekrar dolaşıma sokulmuş bir yazı. Üzerinde imza bile yok. O çarpıcı başlığın kaynağı aslında dedikodu. Ne tür bir duygusal tepki verirsen ver, sevgili okur, lütfen sonra düşün: Yazıda adı geçen kişilerin herhangi birini şahsen tanıyor musun? Yoksa bildiklerin hangi kaynaktan edindiğini çoktan unuttuğun, hatta bazıları -mış'la biten verilerden mi ibaret?


21 Nisan 2015 Salı

Dörtlek zibidi

Madem çok yönlü bir kuşatma altındayız, prangaları çıkarıp atmanın tek yolu olabilir: Tuzağa düşmemek, yani “bilemeyiz” sözcüğünü baş tacı etmek. Adamı şahsen tanımıyorum, ben duymadım, gerçek mi bilemem vb cümleler, sakin bir duruş bize bir şey kaybettirmez. Ama özgürlüğün mutluluğunu getirir

Tamer Baran

5-6 gündür nasıl da çocuklar gibi şendik... Nasıl güzel eğlendik...

Fotoğrafta yer alan iletiye sosyal medyada verilen tepkilerden söz ediyorum.

Tanıdıklarımın çoğu, eğitimli, kültürlü, zeki insanlar; birbirinden yaratıcı yorumlar çıktı: “Karınızı bulamazsanız pasta yeyin”, “Karı fileto, avrat buğulama... şimdiden ağzım sulandı”, “Yemeyip yanında yatsak?”, “Sakın ekmekle yemeyin, Canan Karatay kızar”, “Sen beni yesen bile doymazsın ki aşkım” ve 40 yıllık mizahçılara yaraşır bir cümle: “Tip kayık, kafa yayık, ağız kızgın maşalık, Hocanın gölüne mayalık.”

Açık farkla en iyi yorum tiyatro sanatçımız Yücel Erten'den geldi: “İstediğimiz karımızdan başlayabilir miyiz?... Dörtlek zibidi!”* Bu 6 kelime bence tam bir başyapıt: Konuyu 4 eş meselesine ustaca bağlamış, bununla da yetinmeyip argo bir kelimenin ilk hecesini değiştirerek sözlüklere alınası, gelecek kuşaklara miras bırakılası güzellikte bir terim yaratmış... Bundan böyle özellikle o sıfat tamlaması, İslam'ı bilinçli/bilinçsiz çarpıtan, özellikle de dini maddi çıkarları için kullanan tüm kişilerin ortak adıdır benim için.

Malumunuz, güzel ülkemizde de bolca var o insan türünden...

Bazı insanlarsa üzüldüler veya hayat görüşlerini doğrulayan bir örnek olarak algılayıp mutlu oldular veya sinirlendiler o Şeyh'e.

Halbuki bu haberin gerçek olduğunu gösteren hiçbir şey yoktu. Fotoğraftaki kişinin Suudi Arabistan Başmüftüsü olup olmadığı, o ise, böyle bir fetva verip vermediği belirsizdi.

Ama haber Vatan, Sözcü, Radikal, Milliyet, Cumhuriyet gibi gazetelerde ve birbirinden farklı siyasi görüşlerin sitelerinde de yayımlandı: Turkcu-turanci.com, ilk-kursun.com, ulusalkanal.com.tr, haber.sol.org.tr gibi... Zaytung da tabii ki bu malzemeyi kaçırmadı, ülkemizdeki sözde din alimlerine de zekice selam çaktı: “Efendim bakınız Arapça'daki arf ve garf seslerinin yanlış tercümesinden ötürü... Bakın burada aslında 'velun mekelumun hicvin kâr' diyor... Kâr'ı yiyin diyor..." Tabii ki bu yayınlarda da onlarca okur, yukarda örneklediklerime benzer, içinde “sapık” gibi kelimelerin geçtiği yorumlar yaptı.

Velhasıl, çok eğlendik...

Oysa haberin yalan olduğu biçiminden belliydi (Nitekim uydurma olduğu kesinleşti). Propoganda amaçlı Holivud filmlerindeki Orta Doğu kökenli kötü karakterleri canlandıran oyunculara benziyordu fotoğraftaki adam. Söylediği iddia edilen cümle özenle seçilmişti, yüzbinlerce insanın tepki verebileceği cinsten bir aşırılık içeriyordu.

Yani: bir istihbarat örgütünün ürünü olduğu açıktı...

Uzmanından dinleyelim: “Psikolojik savaş; bir kişinin veya bir insan grubunun davranış, düşünce ve duygularını kontrol etmek, değiştirmek veya yönlendirmek, onları yılgınlığa ve umutsuzluğa sürüklemek için örtülü bir şekilde hedef kişi veya topluluğa, onların farkına varamayacağı bir şekilde (üstü kapalı olarak) uygulanan tüm yöntemlere verilen addır”. (Nurullah Aydın, Osmanlı İmparatorluğu'nda İstihbarat, Paraf Yayınları, s: 21)

Eğleniyoruz sanarken kurşun yiyormuşuz meğer...

Ondan da fenası: Bizi “yılgınlığa ve umutsuzluğa sürüklemeye” çalışıyorlarmış...

Peki bizi savaş mağduru yapan kimdi?

Perdenin arkasından bu kez İran çıktı... Fakat bu, sadece onların kullandığı bir teknik değil; bizim derin devletten İsrail'e, İngiltere'den ABD'ye başka ülke ve güç odakları da halkı “düşman” kabul edip ilginç araç ve yöntemlerle üzerimize taarruz ediyor.

Eğleniyoruz ama aslında dayak yemekten pestili çıkmış bir boksörden farkımız yok. Kimse havlu da atmıyor ringe... Sadece bedenimiz değil, zihnimiz, yüreğimiz de hırpalanmış olarak yaşamaya çalışıyoruz...

Bu yazı için yaptığım araştırma sırasında 9 Nisan günü haberi yayımlarken bazı gazetelerin kaynak olarak İran haber sitesi Al Aram'ı gösterdiklerini gördüm. Yani fail o gün bile belliymiş. Buna rağmen bazı basın organları sorgulayıp araştırmadan o haberi yayımlamışlar.

Tecrübeli editörler bu tuzağa düşerken, ne kadar eğitimli olursa olsun, sade vatandaş ne yapabilir?

Bu sorunun cevabı iki parçadan oluşuyor; ilki öğrenmek, bilmek, bilinçlenmek... Bu çok önemli. Çünkü: “Psikolojik harp teknikleri üst bilinci değil, alt bilinci hedeflediklerinden, siz farkında olmadan bilinçaltınız, verilmek istenen asıl örtülü mesajı algılar ve bu örtülü mesajlar uzun vadede davranışlarınızı, fikirlerinizi, duygularınızı, etkiler ve yönlendirir.”

İşte böyle bir kölelikten söz ediyoruz.

İçinde bulunduğumuz cezaevinin tuğlaları ise tanıdık: “Psikolojik harp; yazılı ve görsel basın, internet, sinema filmleri ve kitaplar gibi araçlarla uygulanır.”

Madem çok yönlü bir kuşatma altındayız, prangaları çıkarıp atmanın tek yolu olabilir: Tuzağa düşmemek, yani “bilemeyiz” sözcüğünü baş tacı etmek.

Adamı şahsen tanımıyorum, ben duymadım, gerçek mi bilemem vb cümleler, sakin bir duruş bize bir şey kaybettirmez.

Ama özgürlüğün mutluluğunu getirir...

Ve açık zihinle bakabiliriz çevremize.

İşte o zaman gerçeği görme imkanına kavuşabiliriz: İran'ın kendini savunmaya çalıştığını düşünen uzmanlar var.

Ne alaka?

Pazarlıklar sürüyormuş, iki ülke anlaşırsa Türkiye Suriye'ye karadan girecek, Arabistan havadan vuracakmış.

*Sosyal medyada paylaştığı cümleyi sayın Yücel Erten'den izin alarak kullandım.

Açık Gazete, 15 Nisan 2015