Copyright © 2014 - Tamer Baran - Tüm Hakları Saklıdır.
Bu blogta yer alan yazılar (içerik), 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince eser sahibi olan Tamer Baran'a aittir. Söz konusu içerik eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz,yayınlanamaz...

3 Kasım 2014 Pazartesi

Carné: “Çatıdaki bir uyurgezer”…


Bu dönem Türk sinemasına çeşitli açılardan örnek oluşturabilecek Şiirsel Gerçekçilik akımının simge yönetmeni Marcel Carné, dünya sinema tarihinin en büyük isimleri arasında sayılıyor. Ona bu ünü ve konumu sağlayansa 10 yılda çektiği 8 film...

Tamer Baran

Ünlü Fransız yönetmen Marcel Carné, 1996’da bugün (31 Ekim) vefat etmişti.

Carné Şiirsel Gerçekçilik akımının yaratıcısı değildi, ama simgesi kabul edilir. Bu sinema ekolünün en önemli eserleri arasında sayılan “Le Quai des brumes / Sisler Rıhtımı” (1938), “Hôtel du nord / Kuzey Oteli” (1938) , “Le jour se lève / Son Ümit (Gün Ağarıyor)” (1939), “Les Visiteurs du soir / Gece Ziyaretçileri” (1942), “Les Portes de la nuit / Gecenin Kapıları” (1945) ve Fransız sinema tarihinin en güzel filmi kabul edilen “Les Enfants du Paradis / Cennetin Çocukları” (1945) onun eserleridir.

Şiirsel Gerçekçilik 1929 Ekonomik Bunalımı’nın bir sonucudur. Ağır hayat şartları, yapay karakterlerin boy gösterdiği basit güldürülerin, yüzeysel melodramların sonunu getirmişti. Başta Jean Renoir ve Jean Vigo olmak üzere bazı sinemacılar çalışan sınıfların sorunlarını perdeye aktarmak istediler. Gerçek insanların çaresizliğini sergileyen bu filmler, aynı dönemin bir başka popüler türü olan Kara Film’e estetik açıdan benzer: Dahili mekanlarda loş ışıklandırma kullanılır, haricilerde gökyüzü genellikle kapalı, sıkça yağmurlu veya sislidir. Gölgeler ve siluetler de bu estetiğin ayrılmaz parçasıdır. 
Simon (solda) ve Gabin "Sisler Ruhtımı"nın bir sahnesinde.
Yoksul halkın yaşadığı, çalıştığı veya eğlenme amacıyla gittiği yerler, örneğin döküntü pansiyonlar ana mekanlar; karizmatik, çok yakışıklı ve güzel oyuncular yerine Jean Gabin veya örneğin Michel Simon (“Sisler Rıhtımı”nın Zabel'i) gibi sokakta rastlayabileceğiniz izlenimi veren insanlar ön plandadır. İşsiz, çiçekçi kız, küçük esnaf, asker kaçağı, fabrika işçisi, küçük suçlu, tiyatro emekçisi vb karakterlerin ortak özellikleri vardır: Nihilist denebilecek kadar umutsuz, hüzünlü, bazen intihara meyilli, “feleğin sillesini” tekrar tekrar yiyen insanlardır bunlar (“Cennetin Çocukları”nın ana kişisi pandomimci Baptiste bu kişilere en güzel örneklerden birini oluşturur). Tabii ki filmin sonunda -sağ kalırlarsa- mutsuz olurlar. Çünkü –Şiirsel Gerçekçiliğe göre- dünyada, bu şartlarda mutlu olmanın tek yolu aşktır; bu filmlerde ise aşk genellikle karşılıksız veya sevenlerin kavuşması imkansızdır.

Bu filmleri yaratanların mutlu sondan uzak durmak konusundaki kararlılığınin bir nedeni de o dönem tüm dünyada yaygınlaşmaya başlamış olan Holivud ürünlerinin sunduğu yapay dünyaya verdikleri tepkidir. 

Çünkü 1930'lar, özellikle de ikinci yarısı aynı zamanda faşizmin Avrupa'ya yayılmaya başladığı yıllardır. Şiirsel Gerçekçilik özünde politik değildir; ama işlerin kötüye gitmekte olduğunu gören sanatçıların yaratımıdır.
En büyük düşü beyaz çarşaflar arasında uyumak olan hırsız (solda) ve asker kaçağı, "Sisler Bulvarı"nın ana mekanlarından biri olan pansiyonun önünde...

Hayalkırıklığı, geçmişe özlem, iletişimsizlik, hicran, umutsuzluk gibi temaları işleyen bu akım, alt sınıfların sefaletine dikkat çekerek Fransız toplumunun iki dünya savaşı arasındaki durumunu eleştirir. Ama Şiirsel Gerçekçilik bir belgeselci yaklaşımıyla katı gerçekliği olduğu şekliyle yansıtarak toplumsal eleştiri yapmaz, eleştirisini güçlendirmek için gerçekliği tekrar yaratır. Örneğin gerçek mekanlar yerine plato kullanır, böylece ışık ve sesi rahat kontrol edebilir, bundan da özellikle görüntü alanında yeni biçimler, teknikler bulmakta yararlanır. Bu sayede filmler, daha güçlü olur, seyirciyi her açıdan etkilemeyi başarır.

Birkaç şairane replik

Gerçekçi olduğu besbelli bu akım, “şiirsel” tanımını karakterlerinin temel özellikleri, yaşayış biçimleri ve filmlerin atmosferi kadar kullandığı hikayeler ve özellikle repliklerden de alır. Ki ekolün en ünlü senaristi şair Jacques Prévert’dir. Etkili ve son derece anlamlı birkaç replik şöyle örneklenebilir:

Başkalarının açlık ve susuzluktan öldüğü gibi ben de sessizlik yüzünden ölüyorum”

Diğer erkeklere benzemez o. Çatıdaki bir uyurgezer gibidir. Onu çağırırsanız, düşer.”
"Cennetin Çocukları"ndan pub sahnesi... Yan karakterlerden biri olan "Paçavracı" (solda), filmin ana kişisi ("çatıdaki uyurgezer") mimci Baptiste ile birlikte.

Bir ağaçtan daha yalın ne var ki?”

Bir güle baktığımda bile bir suç görüyorum”.

İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminin ardından yok olan Şiirsel Gerçekçilik, kendisinden sonraki büyük sinema akımlarını özellikle İtalyan Yeni Gerçekçilik ve Fransız Yeni Dalga’yı ciddi biçimde etkiledi.

1930’larda Prévert ve Gabin’le işbirliği sayesinde Fransa’nın önemli yönetmenlerinden biri haline gelen Marcel Carné, kendisinin, Fransız sinemasının ve Şiirsel Gerçekçiliğin başyapıtları arasında sayılan bir dizi film yönetti. Fakat 1945’ten sonraki filmleri daha öncekiler kadar başarılı kabul edilmedi. Kimi otoritelere göre bunda, Carné’nin Vichy hükümetiyle (dolayısıyla işgalci Nazilerle) işbirliği yapmakla suçlanmasının payı büyüktü. Oysa görünürde bir aşk ve cinayet öyküsü anlatan “Son Ümit”, halkın katile tezahürat yaptığı sahnenin dönemin politik havasını yansıttığı gerekçesiyle Vichy hükümeti tarafından yasaklanmış, “toplumu umutsuzluğa sürüklediği” açıklanmıştı.

Carné ve benzerlerinin hızla gözden düşmesinin bir başka nedeni de 1950’de başlayan Yeni Dalga akımının önemli yönetmenleri oldu. Çoğu eleştirmenlikten gelen Claude Chabrol, Éric Rohmer, Alain Resnais, Jacques Demy gibi isimler sinema dilini geliştirdiler, yepyeni bir çağ başlattılar... Öte yandan: Yeni Dalga'nın en önemli isimlerinden biri olan François Truffaut, “’Cennetin Çocukları’nı yönetebilmek için tüm filmlerimden vazgeçerdim” demişti.

Aktif üretimi 1976’ya kadar sürdüren, sonrasında projelerine finans bulamadığı bir 20 yıl daha yaşayan Marcel Carné, dünya sinema tarihinin en büyük isimleri arasında sayılıyor. Ona bu ünü ve konumu sağlayansa (sonrakiler kabul görmediği için) 10 yılda çektiği 8 film...

Açık Gazete, 31 Ekim 2014

10 Ağustos 2014 Pazar

Bu nasıl bir garabetse…

Bu nasıl bir devletse, her vatandaşına sağlamakla yükümlü olduğu temel hakları umursamıyor, devlet adamları ise kadın cinayetlerinin %1400 artmış olmasına kayıtsız kalıyor, üstelik kadına şiddeti azmettiren cümleler ediyorlar... 

Tamer Baran

2008’de 61 imiş, sonraki yıl 100’ü geçmiş.
Dört sene boyunca 105 ile 165 arasında seyretmiş, ama geçen yıl 229’a ulaşmış.
Bu sene ise 7 ayda tam 136 ölü. Böyle giderse geçen yılkinden de yüksek bir sayıya ulaşılacağı belli.
6,5 yılda tam 1078 kadın öldürülmüş. Çoğunlukla eşlerinin, nişanlılarının, baba veya ağabeylerinin ellerinden tatmışlar ölümü.
Medya takibi sonucu ulaşılan rakamlar bunlar, “Türkiye’de kadına yönelik şiddetten ölen kadınların anısını yaşatmak için internet üzerinden kurulmuş bir anıt ve her gün güncellenen bir sayaç” biçiminde tarif edilen Anıt Sayaç sitesinde yayımlanıyor.
Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu bu kanayan yarayı yakından takip ediyor, veri derliyor, analiz ediyor, çözüm önerileri sunuyor. Bu çalışmaların ne kadar değerli olduğu, devlet adamlarının tavrına bakarak daha iyi anlaşılabilir: Geçtiğimiz Nisan ayında Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, BDP milletvekili Ayla Akat Ata'nın soru önergesine verdiği yanıtta kadın cinayetlerine ilişkin bakanlıkta istatistik tutulmadığını belirtmişti.
Ne ilginçtir ki 2009 Kasım’ında o dönemki bakan Sadullah Ergin benzeri bir soru önergesini yanıtlamış, verdiği sayılar onlarca habere konu olmuştu.
Bu nasıl bir bakanlıksa, 5 yıl evvel açıklayabildiği istatistikleri artık tutmuyor… Yoksa acaba Bakan Bozdağ her şeyin farkında da sayıları açıklamaktan mı çekiniyor? Ergin’in açıklamasına göre 2002’den sonraki 7 yılda kadın cinayetleri %1400 artış göstermişti, son 5 yılda daha da arttı da Adalet Bakanlığı bunun duyulmasını mı istemiyor?
Sözün özü: Görev alanına giren bir meseleye çözüm getiremeyen, o bir yana şu ya da bu nedenle sayıları bile açıklayamayan bir Bakanlığımız var.
Bu garabet nedeniyle Platform’un çözüm önerilerinin ilki çok anlamlı: Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Meclis’teki tüm parti liderlerinin kadına yönelik şiddeti kınaması…
Bülent Arınç vakası son örnek; konumu gereği özellikle yandaşı olan cahil erkekleri etkilediği bilinen liderlerin, siyasetçilerin onlarca böyle sözü var. Tam da bu nedenle 4 Ağustos günü Arınç hakkında suç duyurusunda bulunulmuş olması çok önemli.
Çünkü kadınları aşağılayan bu sözler, Anayasa’yla güvence altına alınmış temel hakların özgürce yaşanmasını engelliyor; yani suç…
Bu nasıl bir devletse, her vatandaşına sağlamakla yükümlü olduğu temel hakları umursamıyor, devlet adamları ise kadın cinayetlerinin %1400 artmış olmasına kayıtsız kalıyor, üstelik kadına şiddeti azmettiren cümleler ediyorlar...
*
Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu dün (8 Ağustos) İstanbul’da büyük bir yürüyüş düzenledi. Fazla kalabalık oldukları için midir, seçimden birkaç gün öncesine denk geldiğinden mi, bu kez polis müdahale etmedi. Emir verilseydi, emniyet mensupları yine “destan yazar”, daha evvel çeşitli kereler yaptıkları gibi kadınları saçlarından tutup yerlerde sürüklerdi. Bu kez yürüyüşe katılanlar arasında milletvekilleri ve kızı veya kardeşi erkek şiddeti yüzünden öldürülmüş kişiler de vardı; belki bu da müdahale etmemelerinin nedenlerinden biriydi.
Bu nasıl bir garabetse, devletin yapması gereken ama yapmadığı işleri bir Platform üstlenmiş, verileri analiz etmiş, çözüm önerileri oluşturmuş, bunları insan hayatına zerre saygısı olmayan o devlet adamlarına duyurabilmek için yürüyüş yapıyor ve (ve bu kez değil ama genelde) terörist muamelesi görüyor.
Oysa bu insanlar birilerini öldürmek için toplanmıyorlar, son derece anlaşılır bir talepleri var: Kadınlar öldürülmesin…
Platform’un diğer 4 talebine buyurun birlikte bakalım, gereksiz, saçma veya uygulanması imkansız bir şey var mı:
-6284 Sayılı Korunma Kanunun etkin uygulanması
-Ceza kanununda caydırıcı ceza
-Kadın Bakanlığı kurulması 
-Cinsiyet ve cinsel yönelim eşitliğini esas alan yeni anayasa… 
Platform Genel Temsilcisi Gülsüm Kav’ın konuşmasında önemli cümleler var: "Burada bütün kuşaklardan insan kadın cinayetlerini durdurmak için buluştu. Eylemi gören herkesi gözü yaşlı gördüm. Bu toplum kadın cinayetlerini durdurur" 
Lütfen dikkat: “Devlet durdurur” demiyor, o umut kimsede kalmamış artık.
Çünkü her haklı talebe olduğu gibi buna da devlet sağır…
Devletin duyarsızlığına rağmen bu talepler gerçekleşecek.
Bu düzenlemeler, öyle veya böyle, bugün veya yarın ama mutlaka hayata geçecek. Çünkü yaşamın doğal akışı bunu gerektiriyor ve zorluyor.
Devlet adamlarımız da çağa uygun bir bilinç edinmek zorunda kalacaklar.
Hantal, eski, yıpranmış bir kamyona benzer bizim devlet; çağdaş her türden talebi olan bizler, o aracı arkasından itiyor, yokuşu çıkmasını sağlamaya çalışıyoruz.

Çünkü kendi haline bırakırsak geriye kayacak ve kim bilir nereye, kim bilir kaç kişinin üstüne yıkılacak…

Açık Gazete, 9 Ağustos 2014

30 Mart 2014 Pazar

Bize bir Gandi lazım


Yani insanları önemseyen, ırksal ve/veya dinsel ayrımları derinleştirmenin yaşamlara mal olduğunu anlayan biri… Yüreği kararmamış, vicdanıyla arası bozulmamış biri... Tam da bugünlerde Gandi gibi bir Başbakanımız olsaydı, iki genç öldüğü için üzülür, başka cinayetleri engellemeye çalışırdı
Tamer Baran
Tam 30 yıl önce aynı liseden mezun olduğum bir arkadaşın tiviti, ülkenin ne halde olduğuna güzel bir örnek: “Susun bre it sürüleri, şehitimiz var. Burakcan kardeşimizi şehit ettiniz” demiş, Berkin Elvan’ın cenazesinin olduğu gün Okmeydanı’nda öldürülen genci kastederek.

Eski Milli Görüş taraftarı, şimdi AKP’li o kişinin tviti feysbuka konmuş, altında yine lise arkadaşlarımdan öfkeli yorumlar var. Biri “listemden çıkardım, gerek yok böyle tiplere” demiş; bir başkası eklemiş: “Benim zaten listemde yoktu.”

Yani herkes kendi bakış açısıyla yaklaşıyor, AKP’li olanın üslubunda Başbakan’ın etkisi seziliyor, ama özünde tavır aynı: Ötekileştirme, yok sayma çabası. Üstelik bu kişilerin hepsi üniversite mezunu, kültürlü insanlar.

İşte bu yüzden bu ülkeye bir Gandi lazım.

Yani insanları önemseyen, ırksal ve/veya dinsel ayrımları derinleştirmenin yaşamlara mal olduğunu anlayan biri… Yüreği kararmamış, vicdanıyla arası bozulmamış biri...

Tam da bugünlerde Gandi gibi bir Başbakanımız olsaydı, iki genç öldüğü için üzülür, başka cinayetleri engellemeye çalışırdı. Tunceli’de görev başındayken biber gazı yüzünden vefat eden polis memuru Ahmet Küçüktağ'ı da, Berkin Elvan’ı da aynı hassasiyetle sahiplenir, eski Bakan Egemen Bağış gibi “ölü sevici” demezdi cenazeye katılanlara. Berkin'i terörist ilan etmez, annesini kalabalıklara yuhalatmazdı. Eski bakan Zafer Çağlayan gibi ayrımcılık yapmazdı, "Bize bunu yapanlar ateist olsa, Yahudi olsa, Zerdüşt olsa anlarım" diyerek...

Başbakanımız Gandi gibi biri olsaydı tüm ulusu tek bir bütün kabul eder, herkesi kapsayan, ayrımcılıktan uzak tavrıyla kitlelere örnek olur, bu sayede gerginliği azaltırdı. Zamanında Mahatma'nın yaptığı gibi.

Hayatını anlatan muhteşem Richard Attenborough filminde etkileyici pekçok sahne vardır; ilham veren diyaloglardan biri Gandi ile bir katil arasında geçer. Müslüman bir çocuğu öldürdüğü için pişman olduğunu anlatan ve cehenneme gitmekten korktuğunu belirten Hindu’ya şunu önerir büyük lider: “Kimsesiz bir Müslüman çocuğu evlat edin. Her şeyini karşıla. Ama onu Müslüman olarak yetiştir.”

O yüzden diyorum ki: Bu ülkeye bir Gandi lazım.

Eski arkadaşların arasına bile kara kedi girdiyse, Gezi sürecinden beri hızla tırmanan gerginliğin hepimize zarar veren boyutlara ulaşması ihtimali artıyor demektir... O tiviti atan arkadaş hep Erbakan taraftarıydı, bu yüzden kimse onunla ilişkisini kesmiyordu. Şimdi onun da üslubu hiç olmadığı kadar sert (ve maalesef “it sürüleri” dediği kişiler arasında çok eski arkadaşlarının da olduğunu kavrayamıyor), diğerleri de eskisiyle kıyaslanmayacak kadar hoşgörüsüz yaklaşıyorlar ona... Bir arkadaşın mesajı bu gerginlikten hepimizin ne kaybettiğini açıklıyor: “İlk kez eski bir arkadaşımı listeden çıkardım.”

Liseden mezun olduğumuzda 12 Eylül rejimi sona ermiş, Turgut Özal Başbakan olmuştu. Sonraki yıllarda Çiller, Yılmaz, Erbakan, Ecevit gibi yöneticilerin idaresinde yaşadık. Aramızda siyasi görüş farklılıkları tabii ki vardı, ama kimse ötekiyle kavga etmedi, ilişkisini kesmedi. Bunu bugün yapıyorsa, “Aynı uçuruma bakarken” başlıklı yazımda anlatmaya çalıştığım hale biraz daha yaklaştık demektir, yani gerginlik halktan kişiler arasında çatışmalara dönüşüyor.

İstanbul'da Kadıköy vapurunda sıradan vatandaşlar birbirine girdi, AKP taraftarları arabalarla, sloganlar atarak, marşlar söyleyerek geç saatlerde Cihangir'de dolaşıyor. İzmir'in çevresindeki büyük sitelerden birine propoganda amacıyla dışarıdan gelen iki otobüs dolusu AKP'li, kendilerini tencere-tavayla (ve tabii ki “hırsız var”, “katil var” sloganlarıyla) protesto eden site sakinlerine sopalarla, demir çubuklarla saldırdılar. Kavga çıktığını gören komşuların yetişmesiyle dışarıdan gelenler dayak yeyip kaçtı...

Bu son olayı bana anlatan kişi üç çocuk babası, 49 yaşında bir işadamı. Normalde kimseye sesini yükseltmez, ama artık siyasi nedenlerle kavga edebiliyor, hafif de olsa yaralanıyor, yaralıyor... Bu vahim bir gelişmedir.

Daha bile vahimi var: Bugün CHP Ankara Büyükşehir Belediye Başkan adayı Mansur Yavaş şu açıklamayı yaptı: ”Devletin güvenlik birimlerinden ulaşan bilgilere göre, bana ve ekibime yönelik ciddi bir saldırı planlandığı, seçimler öncesi kaos çıkarılmak için MHP tarafından yapılmış gibi CHP seçim bürolarına, CHP yapmış gibi MHP seçim bürolarına saldırılar yapılacağı, bu amaçla Ankara dışından 100’den fazla silahlı provokatörün Ankara’ya getirildiği, sandıkların açılması ve sayılması sırasında kargaşa oluşturma bilgisi ulaşılmıştır. Özellikle Gölbaşı ve Etimesgut bölgeleri hedef seçilip, iki parti arasında çatışma çıkarmak isteniyor.”

Israrla yineliyorum: Bu ülkeye bir Gandi lazım.

Asıl adı Mahatma değildir, ulusun taktığı bu isim “yüce ruh” anlamına gelir... Siyasetçilerimiz ruhsal açıdan onun kadar olgun olsalardı, gerginlikten çıkar sağlamayı ayıp kabul eder, kitlelere örnek olmak amacıyla ellerini birbirlerine uzatırlardı. Gandi kadar sevgi dolu olmalarından geçtim, uyanık olsalardı, Berkin'i, Burakcan'ı, 10 yaşındaki Mehmet'i umursamasalar bile halkın ne istediğini anlasalardı, o da yeterdi: Sevginin diliyle kuracakları cümleler onlara ummadıkları kadar oy getirirdi.

Çünkü halk politikacılardan daha olgundur; çatışma istemez... Bir evladın ölmesinin ne demek olduğunu bilir, böyle bir acıya saygıyla ve şefkatle yaklaşır. O yüzden Berkin'in babası Burakcan'ın babasını arar; ortak acıda buluşurlar. Çünkü oğul sevgisi tüm ideolojilerden değerlidir...

Mahatma bunu bilirdi; o yüzden bize, hemen şimdi bir Gandi lazım.

Açık Gazete, 26 Mart 2014

4 Mart 2014 Salı

Kanlar içinde sürünürken

Şiddetin her biçimini yaşamış. Son bir büyük olayın ardından hastanedir, antideprasandır, toparlanmaya çalışıyormuş... Şu iki cümleyi yazdığım için utanıyorum kendimden. Nasıl soğuk ifadeler, haber bülteni sunar gibi... Neylersin ki iki insanın özel hayatı; ayrıntılı bilgi vermek olmaz, hele mesajı buraya koymak imkansız. Oysa o, 7 cümleyle öyle çok şey anlatmış ki, yazmadıkları da anlaşılıyor

Tamer Baran

Kendi elleriyle dayayıp döşediği salonda, kendi elleriyle seçtiği halıya kırmızı izler bırakarak sürünüyor kadın. Gecenin bir vakti.
Birkaç metre ileride bir sehpa, üzerinde cep telefonu... Ona ulaşmayı başarabilirse en yakın arkadaşını arayacak, “Nolur gel, beni hastaneye götür” diyecek, “Salim beni dövdü, feci durumdayım”.
Bir oyunun bir perdesinin açılışı bu; geçen hafta yazdım, yönetmen (ki o da erkek) ve kadın oyuncuyla görüştüm, düzeltmelere ilişkin konuştuk, notlar aldık.
Velhasıl keyfimiz yerinde... Meselenin önemi ortada, biz de elimizden geleni yapıyoruz. Çorbada tuz misali. Daha güzel bir Türkiye için...
Ne cahilmişim meğer... Çorbaymış, tuzmuş; o bakış açısı bir mesajla tuzla buz oldu.
18-20 yıl önce aynı işyerinde çalıştığım, o zamandan beri görüşemediğim bir arkadaşımdan, feysbuk marifetiyle geldi mesaj. Kız kardeşimmiş gibi severdim Oya'yı, ayrı şehirlerde olunca koptuk zamanla, araya askerlik girdi, adresler, telefonlar değişti. Sosyal medya sağ olsun, artık en azından haberleşebiliyoruz.
İlk yazışmamızda yeni evlendiğini, mutlu olduğunu öğrendim; sevindim. Yılların açığını kapatmaya çalıştık hızla, neler yaptığını, şimdi nelerle ilgilendiğini, yazmakta olduğu kitabı, hayata dair son derece olgun tespitlerini okudukça bir gururlandım ki, görsen şaşarsın, sanki gerçek kardeşim...
Sonra yazmaz oldu. E ne de olsa yeni evli, zaman bulamaması çok doğal; dert etmedim.
Süre böyle açıklanamayacak denli uzayınca, tam da oyunun yeni yazımına başladığım gün, sezmiş gibi, birkaç satırlık bir mesaj attım: “4-5 aydır sesin çıkmıyor, nasılsın, evlilik nasıl gidiyor?”
Gitmiyormuş... Mahkeme süreci başlamış.
Şiddetin her biçimini yaşamış. Son bir büyük olayın ardından hastanedir, antideprasandır, toparlanmaya çalışıyormuş...
Şu iki cümleyi yazdığım için utanıyorum kendimden. Nasıl soğuk ifadeler, haber bülteni sunar gibi... Neylersin ki iki insanın özel hayatı; ayrıntılı bilgi vermek olmaz, hele mesajı buraya koymak imkansız.
Oysa o, 7 cümleyle öyle çok şey anlatmış ki, yazmadıkları da anlaşılıyor: O yarı-çocuk gülüşünün yerinde yeller esiyor artık, hayalleri zaten yerle bir, ruhu harabe. Kim bilir kaç yıl geçecek erkek cinsine tekrar güvenebilmesi için...
Oya ve ailesi için artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak çünkü o “kendi kanı içinde sürünenler” arasına katıldı artık.
Benim arkadaş çevremde anlatılamaz bir koca dayağına maruz kalan bu dördüncü kişi; hepsi üniversite mezunu, çalışan kadınlar. O eğitimli adamlar bile, küçük bir aşk yuvasını Nazi kampına çevirmeyi bir şekilde başarıyorlar. Nasıl oluyor, neden oluyor, aklım almıyor.
12 Eylül öncesi yatılı okulda, darbe döneminde üniversitede ve sonra askerde erkeklerin hemcinslerine uyguladığı yoğun şiddete tanık oldum, bazen ortasında kaldım; biliyorum: İşkence dönemi bitince, tam “Oh be kurtuldum” derken kabuslar başlar... Kim bilir Oya hala nelerle boğuşuyor uykularında?..
İyi de anlamak da yetmiyor ki... Bugün karşılaşsak ben onun gözlerine eskisi gibi nasıl bakabilirim? Utanmadan? “Abisi sayılsam da sonuçta ben de erkeğim” tedirginliği yaşamadan?.. O son mesajını okuduğumdan beri Attila İlhan'ın “Sana Ne Yaptılar?” şiiri bölük pörçük de olsa içimde yankılanırken ve elim şiiri yeniden okumaya gitmezken...
Bir arkadaşına yazacak kelime bulamayan bir kalem, oyunun yeni yazımını nasıl yapabilir?
Bedeni değilse bile ruhu kanlar içinde sürünürken...

Açık Gazete, 11 Şubat 2014

Yazıdaki fotoğraflar 2003 yapımı Iciar Bollain filmi “Te doy mis ojos / Gözlerimi De Al”dan alınmıştır.
 

20 Şubat 2014 Perşembe

Bıraksak ya kürekleri

Ünlü"Ben Hur" (1959) filminden bir kare...
Yukarıdakiler halinden memnun, maddi hırslar yüzünden gözleri körleşmiş ve kana susamışlar; güce taptıkları için her savaşı sonuna kadar sürdürmek eğilimindeler, memleketi bırakın umursamayı, bizi görecek halleri bile yok... Onlara bırakırsak gemiyi batıracakları kesin

Tamer Baran

Dönem filmlerinde görmüşsünüzdür: Büyük, yelkenli gemiler varmış eskiden. Soylular, askerler ve mürettebat yukarıda olağan bir yaşam sürdürürken, aşağıda yüzlerce köle kürek çeker, geminin ilerlemesini sağlarmış. Çoğunlukla yere zincirlenmiş olarak ve kamçı eşliğinde çalışan bu insanlara forsa denirmiş.
Bizim memleket artık o büyük gemilere benziyor. Şu ya da bu biçimde zenginleşmiş bir grup insan ve onların akrabaları yukarda zevk-ü sefa içinde, halk aşağıda forsa...
1950'lerden beri zaten bir ticaret gemisiydi bu, Özal'ın “Benim memurum işini bilir” cümlesinin simgelediği toplumsal dönüşümle birlikte değişti, artık bir talan gemisi...
O yüzdendir ki “Babam sağolsun” operasyonuyla ortaya saçılan kir sürpriz değil, buzdağının ucunu gördük sadece.
Biz kürekçiler dünyadan kopuk yaşıyoruz, özenle uzak tutuyorlar bizi olup bitenden. Gemideki hazineleri kim, nereye götürüyor, hangi mallar nasıl el değiştiriyor, tam olarak bilmemiz mümkün değil... Boğaz tokluğuna kürek çekmeye, gemiyi asla öğrenemediğimiz rotasında yürütmeye devam ediyoruz.
Ve bazen bir anlaşmazlık, derken savaş çıkıyor. Güvertede çarpışmalar, hatta katliam yaşanıyor. Dökülen kan tahtaların arasından aşağı sızıyor, terimize karışıyor, bedenlerimizi kaplıyor. Kan kokusu soluyarak, ölesiye çalışmaya devam etmek zorunda kalıyoruz.
Ve an be an kamçının şiddeti artıyor, tayınımız eksiliyor...
Bu köle düzeni ilelebet devam etmeyecek tabii ki... Edemez de zaten, bu, eşyanın tabiatına aykırı... Önemli olan nasıl biteceği: Kölelik mi sona erecek, yoksa gemi mi batacak?
İlki olursa biz de insanca yaşamaya başlar ve özgür oluruz.
İkincisi gerçekleşirse onlar cankurtaran sandallarıyla uzaklaşırken biz boğuluruz.
Yukarıdakiler halinden memnun, maddi hırslar yüzünden gözleri körleşmiş ve kana susamışlar; güce taptıkları için her savaşı sonuna kadar sürdürmek eğilimindeler, memleketi bırakın umursamayı, bizi görecek halleri bile yok...
Onlara bırakırsak gemiyi batıracakları kesin. İçlerinden bazıları bunun da farkında üstelik, mesela Başbakan'ın Başdanışmanı Yalçın Akdoğan -17 Aralık günü- gayet açık ifade etmiş: “Fenalığa fenalıkla mukabele etmek, husumeti artırır, kin ve nefreti körükler, insanı hem azapta bırakır hem kaybet-kaybet sarmalına sürükler”. Kendi ağzıyla itiraf ediyor: Şimdi savaşan iki taraf arasında bir işbirliği ve dayanışma vardı, hepimiz kazanıyorduk, bu gerginlik böyle devam ederse her iki kesim de kaybedecek, diyor...
Oysa asıl kaybeden biziz.
Onlar kardan kaybeder olsa olsa, biz ekmeğimizden, ömrümüzden veriyoruz.
Ve eksilmeye devam ediyoruz.
Artık dayanacak halimiz de kalmadı üstelik.
Çok geç olmadan, kendi tercihimizle bırakmamız lazım kürekleri.
Yoksa zaten devam etmeye mecalimiz kalmayacak.
Bu kan kokusu bizi de boğacak...

Açık Gazete, 20 Aralık 2013