Copyright © 2014 - Tamer Baran - Tüm Hakları Saklıdır.
Bu blogta yer alan yazılar (içerik), 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince eser sahibi olan Tamer Baran'a aittir. Söz konusu içerik eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz,yayınlanamaz...

21 Aralık 2012 Cuma

Erdoğan’ın gizli silahı

İlk konuşmasında daha ziyade gözdağı vermişti, ikincisinde yönlendiriyor, “kalpleri açma çabamıza uygun projeler yapın” diyor. Bu cümleleri Time dergisinde yayımlanan yazıdaki tespitlerle birlikte ele almakta yarar var: Dizilerimizin etkisinin Makedonya'dan Malezya'ya kadar onlarca ülkede hissedildiğini belirten dergi, dizi ihracatımızı “Başbakan Erdoğan'ın gizli silahı” diye nitelendirdi, dizilerin ABD'nin askeri, Çin’in ekonomik gücünden daha etkili olduğunu belirtti

Tamer Baran

Demokrasisi gelişmemiş tüm ülkelerde olduğu gibi bizde de iktidarlar sanatçıdan çekinir, yasaklamaktan yönlendirmeye bir dizi önlem almaya çalışır. Çünkü sanat muhaliftir çoğunlukla; özgür olma arzusu genlerinde vardır. O yüzdendir ki Nazım Hikmet’ten Halit Refiğ’e sayılamayacak kadar çok sanatçımız çoğunlukla uyduruk nedenlerle hapse atılmış ve/veya eserleri yasaklanmıştır.

Bu durum çatışmayı belirginleştirir. İktidar gizlemeye çalışsa da dünya kamuoyu baskıyı görür, medya yazmasa da toplum bilir… Bu hal, “sokaktaki insanın” en azından bir kısmının devletin karşısında yer alması sonucunu doğurur.

Bunu eski usul işgale benzetirim ben: Hindistan’daki İngiliz kuvvetleri veya Kurtuluş Savaşı dönemindeki işgal orduları, topluma “bir şeylerin ters gitmekte olduğunu” varlığıyla hatırlatır. Dilleri, dinleri, giysileri yabancı insanlar sokaklarda dolaşır, sıradan insanlara da kötü davranır, hatta yargısız infaz yapar. Bu olaylar hiç yaşanmasa bile, “silahlı yabancı” görüntüsü, “sokaktaki insanın” en azından bir kısmının bilinçlenmesine, işgal güçlerine karşı pozisyon almasına neden olur.

Bunun çözümünü ABD buldu: Görünmeyen imparatorluk… Afganistan ve Irak gibi Amerikan derin devletinin zorunlu olduğunu düşündüğü durumlar dışında hiçbir ülkeyi silahla işgal etmiyor, ama “çaktırmadan” yönetiyor. Sokaktaki insanın gözünde ülkesi bağımsız, vatandaş özgür, hatta ABD dost ve müttefik; oysa gerçekte “cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş” oluyor...

Görünmeyen imparatorluğun en büyük silahı ordu değil, medya ve sanat, özellikle de filmler… Bunlara kanarsanız, ABD adeta cennetten bir köşe, orada insan hakları, özgürlük ve demokrasi tüm dünyaya örnek olabilecek seviyede, refah ve huzur sokaklara taşıyor, ki onlar da altın kaplı… ABD sanatçıların bu masalı yaymasını silah zoruyla sağlamıyor, onları da “çaktırmadan” yönetiyor, yasaklama, hapis vb. “çirkin” yollara gerek kalmaksızın korku imparatorluğunu “özgürlükler ülkesi” gibi algılıyor ve sunuyorlar. İstisnalar tabii ki var, ama çoğu gizli faşizmin sağ kolu durumunda, ABD tüm dünyayı uyuturken Holivud da ninni söylüyor.

Çünkü sanatçılar da topluma hakim olan “ana söylemle” büyüyor yetişiyorlar, onlar da sürekli bir “ışılda, star ol, tüm dünyada tanın, 8 sülalene yetecek kadar kazan” mesajının etkisi altındalar; iktidardaki anlayışa uygun olanların önünde sayısız kapı açıldığının da farkındalar. Sonuçta gerçek muhaliflerin sayısı ister istemez düşük kalıyor; toplumu, hatta tüm dünyayı “görünmeyen imparatorluğu” yaratanların onayladığı, onların işine yarayan filmler ve diziler yönlendiriyor.

Ülkemizde devlet yakın zamana kadar eski kafadaydı, bu iktidar an be an güçlendikçe –henüz tam başarılmış olmasa da- “görünmeyen imparatorluğa” da geçildi. Şehir Tiyatroları’ndaki depremin ardından Başbakan’ın “Muhteşem Yüzyıl” dizisini eleştirmesi ve benzer cümleleri 6 Aralık günü yinelemesi ise ikinci miladı simgeliyor, yani zaten var olan korku imparatorluğunun sanata da yayılması… Konuyla ilgili ilk yazımda şu cümleler vardı: “Kimi suçlayacaklarmış: Bu tür dizileri yapanları, yönetenleri, o eserleri gösteren TV kanallarını… Kanalları verdikleri reklamla ayakta tutan kim? Büyük şirketler.” Başbakan o şekilde konuşursa sanatçıların ve şirket yöneticilerinin korkacağını zaten biliyordu, nitekim dizide iktidarın çizgisine uygun değişiklikler yapıldı. Ve Senaryo Yazarları Derneği dışında bir tek sinema örgütü bile tepki vermedi, bazı sanatçılar Başbakan’ı yanıtladılar ancak, SENDER haricinde sektör sessiz kaldı.

Ne demişler: “Sükut ikrardan gelir”…

Peki ama Başbakan’ın hedefi neydi?.. Konuyla ilgili ikinci konuşmasındaki şu cümleler çok anlamlı: “Fetih, tam tersine, kapılardan önce kalpleri açma girişimidir. Ama, bizim tarihimizi şekillendiren, bizim tarihimize damga vuran, bizim medeniyetimize yön veren kalemden ve kitaptan hiç kimse bahsetmiyor, bahsetmek istemiyor…”

İlk konuşmasında daha ziyade gözdağı vermişti, ikincisinde yönlendiriyor, “kalpleri açma çabamıza uygun projeler yapın” diyor. Bu cümleleri Time dergisinde yayımlanan yazıdaki tespitlerle birlikte ele almakta yarar var: Dizilerimizin etkisinin Makedonya'dan Malezya'ya kadar onlarca ülkede hissedildiğini belirten dergi, dizi ihracatımızı “Başbakan Erdoğan'ın gizli silahı” diye nitelendirdi, dizilerin ABD'nin askeri, Çin’in ekonomik gücünden daha etkili olduğunu belirtti.

Türk Tarih Kurumu Başkanı’nın Başbakan’ın konuşmasına destek verirken sinema sektörümüze Holivud’u örnek göstermesi boşuna değildi. Görünmeyen imparatorluk modelini en iyi uygulayan ülke ABD, en büyük yardımcısı ise Holivud… Başbakan da bu ittifakı yaratmak arzusunda ki o “gizli silah” daha etkili olsun, vurdu mu devirsin…


Açık Gazete, 21 Aralık 2012
Haber Anı, 21 Aralık 2012

4 Aralık 2012 Salı

Dizilerle ilgili uyarı ve talimat…

Oysa kurulduğu günden beri AKP ile yakın ilişki içinde olan bazı şirketlerin sahibi olduğu TV kanalları da var. Asıl önemlisi hepsinin parası var, reklam aracılığıyla kanallara baskı yapma gücü var. O şirketlerden birine ihtar verilmedi sadece, diğerleri de göreve çağrılmış oldu. Büyük holdinglerin sadece üçü “Artık ‘Muhteşem Yüzyıl’a reklam vermiyoruz” derse o kanal o diziyi sürdüremez, bunu herkes biliyor.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “Muhteşem Yüzyıl” dizisiyle ilgili sözlerini işgüzarlık olarak nitelendirenler oldu. Kimisi gündem saptırma girişimi olarak gördü, bazılarına göreyse amaç, dış politikamızla uyumlu yeni gündem oluşturmaktı.

Kanımca o sözler hem uyarı, hem de talimattı; beni asıl ilgilendiren yönü bu…

Önce o cümleleri ve ardından olup bitenleri anımsayalım; bir filmin dramaturjik yapısını inceler gibi… Başbakan’ın sözleri şöyleydi: “Biz öyle bir Kanuni tanımadık. Ömrünün 30 yılı at sırtında geçti. Sarayda, o gördüğünüz dizilerdeki gibi geçmedi. Ben o dizilerin yönetmenini de, o televizyonun sahiplerini de milletimin huzurunda kınıyorum. Bu konuda da ilgilileri uyarmamıza rağmen yargının da gerekli kararı vermesini bekliyoruz. Bu milletin değerleriyle oynayanlara, milletçe gereken dersin, gereken cevabın hukuk içinde verilmesi gerekir.”

Altını çizdiğim kelimeler önemli; bu konuşma sinema sektörümüzün gidişatını değiştirmek amacına uygun olarak düzenlenmiş…

Tam da bu yüzden üyesi olduğum Senaryo Yazarları Derneği (SENDER) basın açıklamasında Başbakan’ın sözlerini sansür amaçlı olarak değerlendirdi ve kınadı. Tabii ki başta senaristler olmak üzere, yaratıcı insanların özgür çalışabilmelerinden yanayım; ama bu yazının konusu bu değil. Çünkü sansür işin sadece bir kısmı. Mesaj ve talimat, teşvik ve tehdit de var o sözlerde.

Talimat, başta TRT olmak üzere ilgili tüm devlet kurumlarına, örneğin RTÜK’e ve savcılara ve “durumdan vazife çıkaracak” herkese, mesela maliye müfettişlerine de yönelik. Hukukçuların değerlendirmesi de yayımlandı; anlaşılan savcıların yapabileceği bir şey yok, ama devlet onlardan ibaret değil, dizinin ve eseri yayımlayan kanalın sahibi olan şirketlerin baskı altına alınması kuvvetle muhtemel. Gazetelerde diziyi yapan şirketin “nasıl da çok” kar ettiğine ilişkin haberler çıkması boşuna değil.

Mesaj ise yine devletin ilgili kurumlarına, ama asıl önemlisi AKP taraftarlarına ve hükümetin yakın çevresindeki şirketlere yönelik, şöyle tercüme edilebilir: “Yeni konumumuza uygun davranın, Osmanlı’yı yücelten projeler üretin, destekleyin.”

TRT devlet televizyonu; iktidarın projelerine uygun program ve filmler yapmaya çalışıyor. Bazen açıkça talimat alıyor, örneğin Dışişleri Bakanı’nın arzusu üzerine bir proje oluşturuyor, bazense “durumdan vazife” çıkartıyor. TRT’nin bu yaklaşımı -konumu gereği- doğal kabul ediliyor, izlenme oranları listesinde üst sıralara çıkamaması da. Oysa kurulduğu günden beri AKP ile yakın ilişki içinde olan bazı şirketlerin sahibi olduğu TV kanalları da var. Asıl önemlisi hepsinin parası var, reklam aracılığıyla kanallara baskı yapma gücü var. O şirketlerden birine ihtar verilmedi sadece, diğerleri de göreve çağrılmış oldu. Büyük holdinglerin sadece üçü “Artık ‘Muhteşem Yüzyıl’a reklam vermiyoruz” derse o kanal o diziyi sürdüremez, bunu herkes biliyor.

Nitekim Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’ın 28 Kasım’da “Hükümetin açıklaması” olarak medyaya yansıyan sözleri çok net: “Burada gerçeklerle örtüşmeyen pek çok sanal sahnelerle uydurma birtakım yönleriyle beraber tanıtılan bir Kanuni söz konusu. Kanuni’nin yaptıklarını doğru gösteren bir diziye kimsenin itirazı olmaz, olması da düşünülemez. Bizim itirazımız dizinin bizim tarihimizin gerçeklerine uymaması, gerçeklerden öte tarihe iftira içerecek pek çok özeli barındırması nedeniyledir.”

Biri yargıyı göreve çağırdı, diğeri sallanan parmağın hedefini biraz daha açıyor, “ağır suç kabul ederiz” demeye getiriyor.

Kimi suçlayacaklarmış: Bu tür dizileri yapanları, yönetenleri, o eserleri gösteren TV kanallarını… Kanalları verdikleri reklamla ayakta tutan kim? Büyük şirketler.

Ki herkes Başbakan’ın Aydın Doğan’la nasıl savaştığını ve kimin sahadan yenik ayrıldığını çok iyi anımsıyor.

Konunun farklı yönleri tartışılıyor; ben siyasetçi değil, sinemacıyım, cümlem tek: O konuşma sinema sektörümüzün gidişatını değiştirdi bile…

Haber Anı, 3 Aralık 2012
Açık Gazete, 3 Aralık 2012

30 Kasım 2012 Cuma

Kanuni, haremden zaten uzaklaşamaz

Senarist-öğretim görevlisi Hüseyin Kuzu, "Muhteşem Yüzyıl" polemiğine sektörün yapısıyla ilgili bilgiler aktararak katılmış. Konunun siyasilerin bilmediği veya görmezden geldiği yönlerini de açan, temelde Kanuni'nin neden dizide hep at sırtında gösterilemediğini anlatan, ama bu arada sinema endüstrimizin yapısal sorunlarını da masaya yatıran son derece yararlı ve ufuk açıcı bir yazı olmuş. Sayın Kuzu'nun izniyle burada tekrar yayımlıyorum.

Hüseyin Kuzu

“Muhteşem Yüzyıl” dizisi başladığından beri tarihçilerin zaman zaman yaptığı itirazlar yeniden alevlendi. Ben bu yazımda medyada yeniden ayyuka çıkan bu, (tarihi gerçek nedir ve dizi bunun ne kadarını anlatmaktadır. Politikacılar bir diziye (sanata!) ne kadar müdahale edebilir veya edemez) tartışmalarını bir yana bırakarak, Türkiye’de dizi yapımcılığının yapısal koşulları ve bunların tarihi bir diziyi nasıl yansıdığına kısaca bakmak istiyorum. Yine de, tartışmacıların pek üstüne gitmediği bir eksiği söylemek gerek. “Muhteşem” sözcüğü yüzünden (ki bu yapımcı açısından oldukça iyi bir analojik bulgu!) dizinin aslında Kanuni’yi anlattığı varsayılıyor ama, tam tersine, dizi bir dönemi, Harem ve Hürrem’in üzerinden anlatıyor.

Dramatik yazında “Öykü Zamanı” ve “Öyküleme Zamanı” diye bir ayrım vardır. Diyelim ki, izlenen bir film bir yıl içinde geçiyor. Fakat bu öyküleme içine kahramanın geçmişine ait 3-5 tane de flashback (geri dönüş) alıntısı konuyor. O zaman bu öykünün zamanı bu alıntıların en eskisine kadar geri gidecektir.

Kanuni’nin 1494 yılında doğduğu,1566 yılında 72 yaşında öldüğü ve 46 yıl padişahlık yaptığını herhangi bir tarih kitabından öğrenmemiz mümkün. Sık sık tekrarlandığı için padişahlık süresi olan 46 yıl artık herkes tarafından bilinen popüler bir bilgi oldu. Dizinin öyküleme zamanının nerde başladığı biliniyor ama nerede biteceği daha belli değil. Ama artık öyküleme zamanı da 46 yıl ile özdeşleştiriliyor. O yüzden benim de bu yazımda, öykü zamanının Kanuni’nin tahta çıktığı gün, bitiş süresini de ölüm günü olarak var saymamda bir sakınca yok.

Tarihçiler, (ve Başbakan!) Kanuni’nin ömrünün at sırtında ve seferlerde geçtiğini, oysa dizide Kanuni’nin adeta haremde yaşadığını, bu yüzden dizinin gerçeklere pek uymadığını söyleyerek, diziyi eleştiriyorlar. Popüler söylem bu seferlerin süresini padişahlık süresinin yarısı kadar, tarihçiler ise daha ince hesap-kitap yapıp, Kanuni’nin padişahlık ömrünün 10-12 yılını seferlerde geçirdiğini söylüyor. Biz tarihçileri dikkate alarak, Kanuni’nin 46 yıllık padişahlık ömrünün ortalama ¼’ünü seferlerde, ¾ kadarını da İstanbul’da geçtiğini kabul edebiliriz.

Neredeyse periyodik olarak sefere çıkmış (13 kez) ve çıktığı son Zigetvar seferinde 72 yaşında vefat etmiş Kanuni’nin bu seferlerinin, O’nun padişahlık ömrüne paralel yayılması şüphesiz dizinin gerçeklik hissini güçlü tutacaktır. Fakat dramatik bir anlatı, anlatısına konu ettiği (öznenin) Kanuni’nin İstanbul, Harem ve çıktığı seferlerde geçirdiği zamanın bu aritmetik orantısına birebir uymak, onun gittiği seferleri takip etmek zorunda da değildir. Dramatik anlatı, ökü zamanın neresini dramatik/filmsel bulursa oralarını seçip alır.

Popüler tartışmalardan öte, sinemacılar çok iyi bilir ki, seyirci diziyi Hürrem’in üstünden algılayıp izlemektedir. Harem’den ve Hürrem’de uzun süre uzaklaşmak hemen dizinin reytinginde bir düşmeye yol açacaktır. Çünkü dramatik kuruluş açısından Kanuni dizide hareme karşı müşfik ama (ve aslında) iktidarı/otoriteyi temsil eden, bu yüzden ana karakter Hürrem’i iten (onun değişmesine neden olan) bir “eksen karakter”dir. Eksen karakterin bu otoritesi ne kadar (soyut ve) güçlü olsa da, O’nun Harem’le özdeşleşen (kötü kadın!) Hürrem’i dizginleyebilmesi , O’nun haremden fazla uzaklaşmamasını gerektirir. Şayet Kanuni saraydan uzaklaşırsa, Hürrem’in Harem’den çıkması ve tüm sarayı Harem’e benzetme tehlikesi her zaman vardır!

Nasıl her Mozart’ın bir Salieri’si varsa, her Kanuni’nin de bir Hürrem’i olması gerekir! Biri olmadan diğeri olamaz. Hürrem, Kanuni’den 8 yıl önce, 1558’de öldü. Bu öykülemede Hürrem ölürse bu dizi biter. Hürremsiz bir Kanuni’yi seyircinin izleyeceğini pek sanmam. Tersi mümkün olabilirdi oysa. Yani Kanuni daha önce ölmüş olsaydı, dizi sürebilirdi. Nitekim 400 yıl önce, yine İstanbul’da yaşamış “Bizans’ın Hürrem’i Theodora”nın kişisel tarihi buna örnektir. Onun zamanında Bizans Sarayı, kocası öldükten sonra sarayda kalan belayı(!) kendi adına çözmüş ve Theodora’yı Karadeniz’e sürmüştü. Fakat Theodora orada da rahat durmamış, geçmişin kendine verdiği hakları geri almak için her çeşit ittifak biçimini denemişti.

Dramatik anlatıda, hele sinemada özel mekanlar da birer “mekan karakter”dir. (Yıllar önce “Babaevi” dizisini yazı kurulunda idim. Dizide “Babaevi” şüphesiz “Harem” kadar aurası güçlü bir mekan değildi ama seyirci alıştığı için kahramanlarının evden uzaklaşması bile reytinglerin 1-2 puan düşmesine neden oluyordu!) Dolayısıyla Sefere çıkmış Kanuni’nin görüntüleri bu dengeyi Hürrem ve Harem aleyhine zayıflatacak, hele senarist veya yapımcı masraftan kaçıp, seferi görüntü yerine sözlü aktarımlarla geçiştirirse, meydan hepten Hürrem’e kalacaktır. Zaten böyle olmaktadır. Örneğin Safevi seferine çıkıp, sonra güneye inen, kışı Halep ve Bağdat’ta geçiren, aylarca İstanbul/Harem’den uzak kalan bir Kanuni’nin görüntü veya diyalogla aktarımının dramatik açıdan (burada bu dizinin kuruluş mantığı ayrıca tartışılabilir) diziyi zaafa uğratacağı kesindir. Uzun bir dizide, Harem’den fazla uzaklaşan Hürrem ise, birkaç kez ilginç karşılansa bile, sonuçta sudan çıkmış balığa benzeyecektir!

Yazıyı fazla uzatmadan, TV dizisi yapım sektörünün yapısal sorunlarının zorunlu olarak TV dizilerini nasıl bozduğu konusuna gelmek istiyorum. Birkaç gün önce gazeteci ve spor yorumcusu Kemal Belgin, medyamız için, “Adamın amacı gazetecilik yapmak değil. O gazeteden zarar edeyim ama diğer işlerimden zarar etmeyeyim mantığı ile yapıyor bu işi. İşlerini kolaylaştıracak bir güç gibi görüyor, gazete ve televizyonunu." (Vatan Gazetesi 27.11.2012) diyordu. Aslında bu şikayet bir sonuç. Bu şikayetin altındaki temel neden, 12 Eylül’den beri var. Çünkü dünyada, Türkiye’den başka hiçbir ülkede medya sermayesi başka bir alana pek yatırım yapamıyor. İktidarlar bu temel sorunu çözemiyor, çünkü medya ile süregelen ilişkileri buna engel oluyor. Bu ilişkiyi Kenan Evren TRT ile başlattı ve Özal’dan beri özel kanallara da (mali kontrol veya yandaş medya yaratılarak) genişledi. Bunun TV dizileri ile ne ilişkisi var, diye sorulabilir? Var çünkü, sermayedar bu sektörde reklamdan kazandığı sıcak parayı başka bir sektörde de kullanıyor. Mesela, bazen bir TV kanalı patronunun, TV dizileri için haftalardır dizi çalışanlarına ödeme yapamadığını duyuyoruz ama ertesi hafta aynı patron başka bir sektörde büyük bir ihaleyi almak için çok daha büyük peşinat yatırdığını gözden kaçırıyoruz.

Medya alanında bir TV kanalı ve bir başka sektörde fabrikası olan bir sermayedar düşünelim. Bu sermayedarın bir fabrikasında işçiler (iyi-kötü!) 8 saat çalışıyor ama bir başka fabrikasının (TV kanalı/TV dizisi!) setinde herkes günde 16-20 saat çalışıyor ve devlet buradaki yasadışı ağır çalışma koşullara göz yumuyor ve yasaları çalıştırmıyor. Sette çalışmanın başlama saati belli ama vahşi çalışma koşulları ve çalışma süresinin bitimi (günde 15-18 saat) belli değil. Hal böyle olunca dizi yayın süreleri de 90-120 dakikaya kadar çıkabiliyor.

Sinemacılar hakları için çok bağırdı-çağırdı ama setler hala yasadışı ve uzun saatler boyunca çalışılan yerler. Politikacılar başka nedenlerden dolayı dizi sürelerinin uzamasından şikayet ediyorlardı ama artık o şikayetlerini de kesitler. Neden? Çünkü TV dizileri yurtdışına satılıyor ve “ülkemizin reklamı oluyor”! Herkes bununla övünüyor ama bu ihraç toplamının ortalama bir Hollywood filmin maliyeti olduğunu kimse söylemiyor! Devlet geç de olsa, altına imza attığı AB yayın standartlarını getirdi ama TV kanallarının onu delmesine hala ses çıkarmıyor. Dünyada uzun diziler çeken ülkeler ve TV sektörleri de var. Ama orada birkaç ekip yasal çalışma süresi ve ortamları içinde çalışıyor. Dolayısıyla kalite de düşmüyor. Politikacılar bilmiyorlar ki, uzun çalışma saatleri sinema-TV sektöründeki kaliteyi de piyasadan kovuyor, ve nitelikli yaratıcılar başka işlere yöneliyor. Sektörde bilgi ve deneyim birikimi olmuyor. Bu sorun, son yıllarda sinemanın yarı-amatörleşmesi, yayından kaldırılan dizilerin artışının önemli sebeplerinden birisi. Yıllarca gecekondu yapma koşullarında çalışmak zorunda kalan insanlar nasıl saray inşa edebilir?

Sadece Türkiye toplumunu değil, TV dizilerinin satıldığı ülkelerin toplumlarını da haftalık uzun dizilere alıştırmış durumdayız. Geçenlerde bu durumdan şikayet eden ve yasa ile buna sınır getirmeye çalışan Makedonyalı politikacılar, halkın tepkisi karşısında geri adım attı. İhracat yapıyoruz diye kendi toplumumuza yakıştıramadığımız şeyi başkalarına yakıştırmaya devam mı edeceğiz? Arap ülkeleri, dizilerimize ikiye bölüp, gün aşırı yayınlamaya başladılar ama hala uluslararası formatlarını bozmadılar.

Uzun ve haftalık yayınlanan bir dizinin gelir gider dengeleri kronik (günübirlikçi) olmuş durumdadır. İstikrar peşindeki reklamcılardan çekinen TV kanalları, artık TV filmi veya kısa dizi yapamaz durumdadır. Öyle ki, TV kanalları ile artık bir yıl (39 hafta) sürecek bir diziyi konuşmak bile imkansızdır. Dizi dediğin en az iki yıl sürmelidir! Birkaç bölümlük kısa dizi veya TV filmi için lafa başlamak bile mümkün değildir. Oysa Yeşilçam’ın arşivleri bitmiş ve sinema alanında her yıl yapılan yerli sinema filmi sayısı ancak bir kanal için yeterlidir. Batı ülkelerinde birçok genç sinemacı TV filmlerinde deneyim kazanıp sinemaya geçer. Bir kanalda yılda belki birkaç kez yayınlanabilecek TV filmlerinin yapılması gereklidir. Oysa bu format açıldığı zaman, sinemada filmlerine seyirci bulma sorununu aşamayan genç yönetmenler de tıpkı diziler gibi, “seyirci” ile buluşma üstüne bir kez daha düşünmek zorunda kalacaklardır.
Yukarıdaki sorunları kısaltıp maddeleştirmekte yarar var. Bu ülkede;
1- Medya sermayesi başka alanlara yatırım yapmaya devam ettiği müddetçe,
2- Devlet gerekli yasaları çıkarıp sinema-TV sektörünün yasa dışı çalışma koşullarını düzeltmediği müddetçe
3- Sinema ve TV alanında çalışanlar telif haklarını alamadıkları müddetçe, dizilerimizin kalitesi asla yükselmeyecektir. Şimdi gelelim, daha fazla kar peşinde koşan yapımcı veya tarihsel gerçekleri çarpıtan senaristleri suçlama kolaylığını bir tarafa bırakıp, Kanuni’nin bu koşullar yüzünden neden Harem’den çıkamayacağına?.. Çıkamayacaktır çünkü;

1- Bırakalım setlerde günde 15-18 saat çalışılmasını, ekipler (bunlara yapımcılar ve senarist de dahil) setlerde günde 24 saat ve 2 ekip halinde bile çalışsalar, haftada 90-120 dakikalık bir diziyi bitirmek için hareket alanları kısıtlıdır. Güncel bir dizi için bile, bir ekip günde ancak 3-5 mekana girip çıkabilir. Hele ki, tarihi bir dizide, (varsa) gerçek tarihi mekanları düzenlenlemeye çalışarak veya dekor yaparak Kanuni’yi Bağdat seferine çıkarmak imkansızdır.

2- Yapılan dekorlar (veya pahalı ve yaratımı uzun süren 3D) maliyet ve uzun zaman aldığı için, yapılanlar da yapay ve inandırıcı olmayacaktır. Bu durumda Kanuni ya duvar diplerinde gözükecek, ya bahçenin dar bir açısında sıkışıp kalacak, veya bir sefere koca Osmanlı ordusu diye 50 figüran yeniçeri ile çıkacaktır. Ekibe 500 kişilik bedava figüran sağlansa bile, o figüranlar bu çalışma temposunda yeniçeri değil, üstlerine yeniçeri kılığı geçirilip yürütülen figüranlar olmanın ötesine geçemeyecektir. Çünkü sanat yönetmenin (tarihi bilse ve ekibi olsa bile) bunları yapacak zamanı yoktur.

3- Dikkat edilirse tarihi dizilerde konuşma sahneleri uzamakta, hatta dizi sit-com’laşmaktadır. Çünkü bu bir zorunluluktur. Çünkü bir konuşma süresinin gerçek zamanı ve filmsel zamanı aynıdır. Sinemada bu kötü, ucuz ve kolaycı bir çözümdür, fakat dizilerde zorunlu olarak süre doldurma yöntemidir. Uzayan dizilerde uzayan konuşma, vb. sahneler bu yüzdendir.

4- Dizi yapım koşulları böyle kaldığı, dizi formatları değişmediği müddetçe tarihi dizilerin öykülenmesinde kişi ve mekan trafiği değişmeyecek ve (her neyse o üzerinde anlaşamadığımız) tarihi gerçeği anlatma imkanları da (hiç denenmeden) aynı kalacaktır.

5- Sorunlar sadece TV dizileri için değil, gündeme gelmeseler de, sinema filmleri için vahim derecede geçerlidir.

6- Kanuni, Harem’den zaten uzaklaşamaz!... Bu yüzden “Muhteşem Yüzyıl” kendi
içinde bir bütünün başarısıdır.

7- Uluslararası hiçbir formata uymayan, haftalık periyodu yıllar süren, yayın saatleri 90 dakikanın altına düşmeyen bu dizi formatı, reklamveren, TV kanalı, alt-işveren yapımcı, yaratıcılar ve set çalışanları için kalitesi giderek düşmeye mahkum riskli bir süreçtir. Bu süreç, sermaye döngüleri açısından günübirlik düşünen, Haziran’da kaldırdıkları diziler için yine Haziran’da sipariş veren, yazım/hazırlık ve çekim için ekibe ancak birkaç hafta verebilip Eylül'de yayına giren, stoğu olmadığı için bölümü yayına motosikletle yetiştiren bir cenderedir. Politikacılar daha iyi diziler yapılmasını istiyorlarsa balığın kuyruğundan değil, zaten kokan başından başlamak zorundadır. Ancak o zaman dizileri ve tarih özelinde de "Muhteşem Yüzyıl"ı hakkıyla konuşabiliriz. Yoksa bu düzen böyle sürer.

NOT: Bu yazı, yazarı ve alındığı yayın yeri belirtilerek, dileyen herkes tarafında izinsiz olarak yayınlanabilir veya bir kısmı alıntılanabilir.

23 Ekim 2012 Salı

Fiddler On The Roof / Jerry Bock

İyi bir müzikal film az bulunan bir nesne, ama tadına da doyum olmuyor.

Usta yönetmen Norman Jewison’ın 1971’de kotardığı “Damdaki Kemancı” türün en başarılı örneklerinden, Topol’un seslendirdiği “If I Were A Rich Man” ise dünyanın en ünlü şarkılarından biri. Hatta Romence dahil olmak üzere başka dillere de uyarlanmış, Fransa’da Dalida, ülkemizde Tanju Okan şarkıyı kendi dillerinde söylemişler.

Tüm şarkıların sözlerini yazan Sheldon Harnick ve besteleyen Jerry Bock ünlü Amerikan müzikal sanatçıları. Zaten “Damdaki Kemancı” da 1964’te Broadway’de sahnelenmeye başlanmış, ardından filmi çekilmiş.

İlginç bir not daha: Üç Oskar ödüllü filmden hareketle “Elveda Rumeli” dizisi yapılmıştı (Ki onun müzikleri de çok güzeldir, o da ayrı konu:)

DVD linki

Video linki

9 Ekim 2012 Salı

Caravans / Mike Batt

“Before the Rain / Yağmurdan Önce”

“Siesta”

“Commitments”

“Three Colours: Blue / Üç Renk: Mavi”…

Bunlar benim sık dinlediğim, el altında bulundurduğum sesbandı albümlerinden bazıları. Gördüğüm kadarıyla bu durum pek çok insan için de geçerli, film müziklerini dinlemekten hoşlanıyoruz, hatta bazen müziğini onlarca kez dinlediğimiz bir filmi henüz görmediğimiz de olabiliyor.

Benim için “Caravans” (1978) albümü de bu kategoride.

Ertesi yıl ülkemizde “Karavan” adıyla gösterilen film İran’da çekilmiş, 1940’larda geçen öyküde, Amerikan Büyükelçiliği’nde görevli bir şahıs kaybolan bir genç kızı arıyor. Anlaşılan James Fargo’nun yönettiği film pek başarılı bulunmamış.

Ama müzikleri harika. Çünkü besteler 20’li yaşlarından beri İngiliz müzik endüstrisinin önemli isimlerinden biri olan Mike Batt’a ait. Cliff Richard’dan Art Garfunkel’a, kendi keşfi Katie Melua’dan Vanessa Mae’ye pek çok sanatçının yapımcılığını üstlenen, bestelediği şarkılarla listelere girmelerini sağlayan Batt, TV dizisi ve müzikal çalışmalarıyla da tanınıyor.

Sesbandı albümünden bir parça dinlemek için tıklayınız.

28 Eylül 2012 Cuma

Roma / Jeff Beal

2005-2006 sezonlarında toplam 22 bölüm olarak yayımlanan “Rome / Roma” dizisi müziğiyle de beğenilen bir eser oldu.

Son 15 yılın en üretken ve beğenilen film müzikçilerinden biri olan Beal’in adı “Carnivale”, “Ugly Betty” gibi TV dizilerinin, “Pollock”, “He Was a Quiet Man / Sıradan Bir Gündü” gibi sinema filmlerinin jeneriğinde yer aldı.

“Roma” dizisinin jeneriğinde kullanılan parça da çok başarılı.

DVD linki

Jeneriği izlemek için tıklayınız

Jacob’s Ladder / LaBelle

Ünlü “Ghost / Hayalet” filminin senaristi Bruce Joel Rubin’in kaleminden çıkan bu fantastik gerilimi Adrian Lyne ("Lolita", "Flashdance", "Unfaithful / Sadakatsiz") görsel bir şölene çevirmişti. Çoğunlukla tedirgin edici bir atmosferi, yer yer korkutucu sahneleri olan “Dehşetin Nefesi”nin müzikleri (ilerde kendisinden daha geniş bahsedeceğimiz) ünlü besteci Maurice Jarre’a ait.

Ayrıca filmde James Brown, Marvin Gaye, Al Jolson gibi ünlü R & B şarkıcılarının eserleri kullanılmış. Bunlardan biri olan “Lady Marmalade”, muhteşem Patti LaBelle’in kurduğu kadın soul grubu LaBelle’in bir şarkısı.

Çok beğenilen bu neşeli parça 90’larda tekrar moda olmuş, orijinal haliyle “Black Sheep” (Penelope Spheeris, 1996), “The Long Kiss Goodnight / İyi Geceler Öpücüğü” (Renny Harlin, 1996), “What Planet Are You From?” (Mike Nichols, 2000) gibi farklı türde filmlerde kullanılmıştı.

Parçanın bir başka yorumu ise, çalışmalarında müziğe özel önem veren Avustralyalı yönetmen Baz Luhrmann’ın “Moulin Rouge / Kırmızı Değirmen” (2001) filmi için kotarılmış, bu versiyonu, Christina Aguilera, Pink, Mýa ve Lil' Kim birlikte seslendirmişlerdi.

DVD linki

Grosse Pointe Blank / Nena

Bir kiralık katilin maceralarını anlatan “Grosse Pointe Blank” (George Armitage, 1997) vasat bir filmdir ama harika bir sesbandı vardır. Johnny Nash’ten The Cure’a, Guns’n Roses’tan The Specials’a, farklı türlerde müzik yapan 20’den fazla grubun, birbirinden güzel şarkısı filmde kullanılmıştır. Ki bunlardan biri, 1980’lerin en ünlü parçalarından biri olan “99 Luftballons”.

Milyonlarca insanı dans ettiren bu yüksek ritmli şarkı aslında Berlin Duvarı’nın yapılmasına neden olan zihniyeti eleştiren, gayet muhalif bir eserdir, bestesi Alman şarkıcı Nena’nın grubunda tuşlu çalgıları kullanan Uwe Fahrenkrog-Petersen’a, sözleri grup arkadaşı, gitarist Carlo Karges’e aittir.

Hızla popüler olunca İngilizce versiyonu hazırlanan bu şarkı (bu kez sözleri Kevin McAlea yazmış), “Grosse Pointe Blank”ten sonra 10’dan fazla filmde daha kullanılmış ki bunlardan bazıları: “Boogie Nights / Ateşli Geceler” (Paul Thomas Anderson, 1997), “The Wedding Singer / Evlilik Öpücüğü” (Frank Coraci, 1998), “Watchmen” (Zack Snyder, 2009) ve –iki versiyonu birden kullanan- “Mr. Nobody / Bay Hiçkimse” (Jaco Van Dormael, 2009).

Şarkının bir kuşak için ne ifade ettiğini şu olay güzel anlatır: Amerikan müzik televizyonu VH1, Katrina Kasırgası kurbanları için bir yardım kampanyası başlatır. Bağışta bulunan izleyiciler, kanalda gösterilecek video klibi belirleme ayrıcalığına sahip olmaktadır. Bir izleyici 35 bin dolar öder, kanalın tam bir saatlik yayınını belirleme hakkı kazanır ve bir saat boyunca “99 Luftballons”un her iki dildeki yorumlarının tekrar tekrar yayımlanmasını ister. Arzusu 26 Mart 2006 günü, 14.00 ile 15.00 arasında yerine getirilir.

24 Ağustos 2012 Cuma

City of Angels / Alanis Morissette


Bu şarkıyla ilgili hiçbir şey yazasım yok.
Çünkü her dinlememde nutkum tutuluyor.

Filmden görüntüler eşliğinde albümdeki versiyonu dinlemek için tıklayınız.

Filmin DVD linki

28 Temmuz 2012 Cumartesi

Beyazperdedeki o büyük eller, kocaman yürekler…

Babanızın gününü kutlar veya onu hasret ve saygıyla anarken Münir Özkul’a da bir selam göndermenizi öneririm.

Çünkü o “hepimizin babası”; edindiğimiz değerlerde ciddi bir payı bulunuyor.

Uzmanlara göre her insanın iki temel ihtiyacı var: Anne şefkati ve baba onayı… Bunlardan birinden mahrum kalmak kişinin ruhunda derin yaralar açabiliyor. Çocukluğunda bu açıdan eksiklik yaşamayan şanslı azınlık da eninde sonunda ölüm gerçeğiyle yüzleşiyor. Artık hiç kimse annesi gibi üstünü örtmeyecek, babası gibi saçını okşamayacaktır.

Bunların ikisi de çok önemli, ama baba onayının yeri ayrı: İşiyle, özel hayatıyla ilgili meselelerde doğru davrandığını, hayatı makul biçimde yaşadığını bilmeyi kim istemez ki? Belki de en çocuk yanımızdır bu, üstelik yaşlandıkça güçlenir…

İşte bu yüzden “filmlerdeki babalar” anlatılamaz öneme sahiptir. Çünkü onlar aynı yaşta kalabilir, iki değil, 20 kuşağa bile örnek, yol gösterici ve tasdik makamı olabilirler.

Örneğin Kel Mahmut hala hepimizin en önemli öğretmenlerinden biridir. İlk “Hababam Sınıfı” yapılalı neredeyse 40 yıl oldu, ama o, Münir Özkul’un o zamanki fiziğinde, yine o haytaları adam etmeye ve korumaya uğraşıyor. Ve sadece onlara değil hepimize, hayatın en temel değerlerini öğretiyor, örnek oluyor.

Kel Mahmut bekardı, fakat onu “toplumsal baba figürü” olarak benimseyebilmemiz için her özelliğe sahipti, etkisi büyük oldu. Özkul “Gülen Gözler”, “Bizim Aile”, “Neşeli Günler” gibi diğer Arzu Film eserlerinde evli, hatta birkaç çocuğu olan karakterleri canlandırdı, sonuçta zarif bir dönüşümle “hepimizin babası” olmayı başardı.

Özkul’un bu filmlerde canlandırdığı –çoğunlukla Sadık Şendil’in kaleminden akan- karakterlerin ortak özellikleri vardır: Büyük elli, kocaman yürekli, az konuşan ama bakışları güçlü, dimdik durmayı bilen ama ailesi için her fedakarlığa hazır… Ve tabii ki Anadolu kökenli, ille de dar gelirli… Sözün kısası: Olumsuz tarafları törpülenmiş Türk erkeği…

Bu tarif çokça gerçek, epeyce masalsıdır; zaten bu yüzden etkili olmuştur. Tabii ki Türkiye'de yaşayan babaların belki de önemli bir bölümü Mahmut Hoca kadar sevgi dolu ve sorumluluk bilinci gelişmiş kişiler değil, tersine “Çoğunluk”ta Settar Tanrıöğer'in hayat verdiği baba tipi daha yaygın gibi görünüyor; tam da bu yüzden Münir Özkul’un etkisi sürüyor, genç kuşaklar da bir idol olarak ondan yararlanmaya devam ediyorlar. Kendi babaları için aynı şeyi düşünmeseler de Yaşar Usta onlar için kutsal bir değer; “Bak beyim, sana iki çift lafım var!” cümlesiyle başlayan tiradı hala, çeşitli yaşlardan binlerce çocuğun belleğinde…

Çünkü o bilinçaltımıza da yerleşmiş; gerçek yaşamda tam anlamıyla bulamadığımız veya erken yitirdiğimiz “baba onayı”na ilişkin talebi yönelttiğimiz makam, o hepimizin “aile büyüğü”…

O yüzdendir ki Münir Özkul’un önemli bir görevi vardı, özel yaşamıyla da, üstlendiği rollerle de baba imajını kirletmemesi gerekiyordu, o bunu başarmakla kalmadı, aktif oyunculuğu sürdürdüğü yıllarda konumunu güçlendiren projeler seçmeyi de bildi.

Böylece sadece seyirciye değil, filmcilere de örnek oldu: Arzu Film ekolünden gelen Yavuz Turgul’un Şener Şen’le, Çağan Irmak’ın ise Çetin Tekindor’la uyumlu işbirliğiyle yarattıkları baba/dede karakterleri de çok önemlidir.

O yüzden bugün, Özkul’un yanı sıra Şen ve Tekindor’a da saygı sunmak gerekir; iyi ki varlar, hepimize çok şey kattılar…

Haberani.net, 17 Haziran 2012


13 Temmuz 2012 Cuma

Herşey çok güzel olacak / Mazhar Alanson

MFÖ grubunun üyelerinden Mazhar Alanson, ilk oyunculuk denemesini “Arkadaşım Şeytan” (Atıf Yılmaz, 1988) filmiyle yapmıştı. Tam 10 yıl sonra, hem yönetmen Ömer Vargı’nın, hem de Cem Yılmaz’ın ilk filmi olan “Her şey Çok Güzel Olacak”ta dengeli ve sevimli bir performans sergilemekle kalmadı, bestelediği müziklerle de alkış topladı.

Alanson’un bu filmde seslendirdiği birbirinden güzel şarkılardan biri olan “Benim Hala Umudum Var”, filmin sesbandı albümünün de en beğenilen eserlerinden biri oldu.

3 Temmuz 2012 Salı

Komik Bir Hikaye / Queen & David Bowie

Müzikle bir şekilde ilgili olan ve özel olarak tasarlanmış sahnelere bayılıyorum. Müzikal olmayan bir filmde böyle bir sahneye rastlamak, uzun süredir görmediğiniz bir dostun kapıda belirmesine benziyor.

Bu tarz sahnelerin farklı biçimlerine rastladım, Charlie Chaplin’in “Monsieur Verdoux” filmindeki ünlü sahne gibi yaratıcılığın doruklarında gezinen örnekleri de yazacağım ilerde, fakat bu ilk sefer daha bilinen bir biçime göz atalım: Film karakterlerini ünlü bir sanatçı veya gruba benzetmek…

It's Kind of a Funny Story / Komik Bir Hikaye” geçen yıl çekilmiş, kendi halinde bir komedi filmi. Parlak bir iş değil, ama hayli sıcak ve sevimli. Yanılmıyorsam memleket semalarına uğramadı. Bir psikiyatri tesisinde kalmaya başlayan bir delikanlının öyküsünü anlatan filmin bir sahnesinde kahramanımızı müzik terapisine katılmaya zorluyorlar. Devamında gelen sahne Queen grubunun bir klibi gibi düzenlenmiş ve grubun tipik imgelerine çok hoş göndermeler yapıyor. Şarkıyı oyuncular söylüyormuş gibi algılanabilir, değil, “Under Pressure”ın orijinal kaydı (Son yılların yükselen komedi yıldızı Zach Galifianakis, David Bowie kılığına girmiş, ama tabii gene sakallı:)

Sahnenin eğlenceli olmasına aldanmayın, şarkının sözleri hayli sert ve yaman bir sistem eleştirisi yapıyor, incelemenizde fayda var.

İzlemek için buraya tıklayınız (tam değil, ama fikir veriyor)
Queen grubunun Wembley konserinden "Under Pressure" bölümünü izlemek için buraya tıklayınız.

19 Mayıs 2012 Cumartesi

The Game / Jefferson Airplane

Salondan çıktığımızda neredeyse herkes yanındakine “o parça neydi, kimindi?” gibi sorular soruyordu. Çok başarılı ve önemli bir film seyretmiştik, bunun da etkisiyle o acayip şarkıyı tekrar dinlemek, söyleyeni tanımak istiyorduk.

Haksız sayılmazdık; ömrümüzde gördüğümüz en etkili şarkı kullanımlarından biriydi.

60’ların en ünlü gruplarından Jefferson Airplane’e ait olan şarkının adı “White Rabbit” idi, adı üzerinde, “Alice Harikalar Diyarında” masalına gönderme yapıyor, yeni bir gerçekliğe açılmaktan söz ediyordu. Sadece psychedelic rock türünün değil, tüm Rock tarihinin en ünlü şarkılarından biriydi bu, Rolling Stone dergisinin “Tüm Zamanların En İyi 500 Şarkısı” listesine alınmıştı.

Ve “The Game” filminin kahramanının “steril” gerçekliği parçalanırken, o ana, hem müziği, hem sözleriyle çok uygun düşüyordu.

Bestesi vokalist Grace Slick’e ait olan şarkı, George Benson’dan Patti Smith’e, 30’dan fazla sanatçı ve grup tarafından yorumlandı, “Platon / Müfreze”, “C.R. A. Z. Y.” gibi filmlerde, “Sopranos”, “Supernatural” gibi TV dizilerinde de kullanıldı.

DVD linki

Video linki

Şarkının sözleri için tıklayınız

15 Mayıs 2012 Salı

50 İlk Öpücük / UB40

50 First Days / 50 İlk Öpücük”, 2004 yapımı sevimli mi sevimli ve de hayli başarılı bir romantik komedi filmi. Mana değeri ise şu açıdan yüksek: Kızımız kısa dönemli hafıza kaybı hastalığından mustarip olduğu için delikanlı her gün yeniden ona kur yapmak, sevgisini kazanmak için uğraşmak zorunda kalıyor. Haliyle bu trük “Groundhog Day / Bugün Aslında Dündü” filminin ilgili bölümlerini hatırlatıyor, ama olsun, burada tamamen sevginin gücü ve önemiyle ilgili bir durum ve her türden ilişki için geçerli hayat dersleri var.

Filmin sesbandı albümünün en ilginç şarkılarından biri, “Red Red Wine” gibi eserleriyle ünlü İngiliz reggae grubu UB40’ye ait. Bir Police klasiği olan “Every Breath You Take”i yorumlamışlar, kayda değer bir çalışma olmuş.

İlgili sahneler
Filmin DVD'si ülkemizde yayımlandı
Filmin sesbandı albümü hakkında bilgi
Police “Every Breath You Take” klibi (çok başarılı bir iş)

21 Nisan 2012 Cumartesi

Sapık / Bernard Hermann

Hitchcock başyapıtı “Psycho”, her öğesiyle çok başarılı bir film, bir klasik. Örneğin, Amerikan Film Enstitüsü’nün “Tüm Zamanların En İyi Filmleri” sıralamasında 14. sırada. 1960’tan çok önce bir yönetmen olarak akla gelebilecek her tür başarıyı zaten kazanmış olan Hitchcock, “Sapık”a farklı bir önem vermiş, her alanda kontrolün tamamen kendisinde olması için uğraşmış. Filme dair her şeyi de planlamış. Örneğin film müziğinin caz olması gerektiğini düşünmüş, ama Herrmann’ın yaylılarla yaptığı çalışma fikrini değiştirmesine neden olmuş. Örneğin ünlü “duşta cinayet” sahnesini müziksiz olarak planlamış, bunu bilmesine rağmen Herrmann o sahneye de müzik yazmış, parçayı dinleyince Hitchcock fikrini değiştirmiş. Herrmann bir başka Hitchcock klasiği "The Man Who Knew Too Much / Çok Şey Bilen Adam"ın ünlü sahnesinde orkestra şefini canlandırmıştı Herrmann, işte böyle bir sanatçı. Tüm sinema tarihinin en başarılı müzikçilerinden biri. Örneğin 1942’de “Citizen Kane / Yurttaş Kane” ile de aday olmasına rağmen “All That Money Can Buy” ile Oskar kazanmış. 1977 yılında da iki oskar adaylığı var, Brian De Palma imzalı “Obsession” ve Scorsese klasiği “Taxi Driver / Taksi Şoförü” ile… “Vertigo”, “North By Northwest / Gizli Teşkilat” gibi Hitchcock eserlerinde de onun müziği var ve örneğin bilimkurgu klasiği “Fahrenheit 451”de de (François Truffaut, 1966).
"Sapık”a yazdığı müzik ise inanılmaz. Jenerik parçasını dinlemenizi, hatta filmi açıp açılışını tekrar izlemenizi öneririm. Özel tasarlanmış jeneriklerin en erken örneklerinden biri ve dönemine göre çok başarılı. O muhteşem müzikle birlikte jenerik, bir seyirci olarak yaşayabileceğiniz en özel "filme başlama" deneyimlerinden birini sunuyor, "bambaşka bir aleme" girmekte olduğunuzu ilk saniyeden itibaren hissediyorsunuz. Lütfen –sesi iyice açarak- birkaç kez dinleyin. Herrmann’ın ilk notadan başlayan gerilimle yaklaşık 30. saniyede giren yumuşak melodiyi nasıl uyumlu kıldığını ve toplamda nasıl bir etki yarattığını inceleyin. Filmin iki önemli temasını, eli bıçaklı bir katilin yarattığı dehşet duygusuyla, hikayenin temelindeki ruh halini (katilin acıklı geçmişini) iki dakika bile sürmeyen bir müzik parçasında işleyebilen bu adama şapka çıkarın. Hitchcock’un çıkardığı gibi… Çünkü üstad demiş ki: “Sapık’ın başarısının %33’ü müziğinden gelir”…

18 Nisan 2012 Çarşamba

SENDER basın açıklaması

İstanbul Şehir Tiyatroları'nda ani yapılan bir yönetmelik değişikliğiyle her türlü sanatsal faaliyet yetkisi sanatçılardan alınıp belediye büroktarlarına verildi. SENDER bu durumu kınayan bir açıklama yaptı. Uzunca bir süredir, kalemine ve sözüne daha fazla yer verilenler tarafından “sanat devlet eliyle şekillenmeli, sansür gerekli” tezinin sık sık tekrarlandığına ve bu tezi doğrulamak adına bilimsellikten uzak paranoyak kanıtlar üretildiğine üzülerek şahit oluyor, yetkili ağızların "amacın sansür olmadığına" dair açıklamalarını inandırıcı bulmuyor, ayak seslerini duyduğumuz “devlet denetimli sansürlü sanat” karşısında dehşete düşüyoruz. İBB Şehir Tiyatroları’nda yapılan son yönetmelik değişikliğini de bu kapsamda değerlendiriyor, bu değişikliğe direnen sanatçı dostlarımızı destekliyoruz. Bu vesileyle ilgililere ve kamuoyuna, çeşitli ülkelerde tarih boyunca yapılan bu tür düzenleme çabalarının olumlu sonuç vermediğini önemle hatırlatıyor; Senaryo Yazarları Derneği(SENDER) olarak, devleti "halkını sanatçısından koruma" refleksinden vazgeçmeye çağırıyoruz. SENDER YÖNETİM KURULU

17 Nisan 2012 Salı

Erksan filmleri İstanbul Modern'de...


Usta yönetmenin 1960'larda yaptığı 9 film 19-29 Nisan arasında İstanbul Modern'de gösterilecek. Açılış, 19 Nisan saat 16.30’da Kuyu filmiyle yapılacak. Etkinlikte gösterilecek diğer filmler şunlar:

* Susuz Yaz
* Yılanların Öcü
* Sevmek Zamanı
* Cingöz Recai Beyaz Cehennem
* Dokuz Dağın Efesi
* Gecelerin Ötesi
* Mahalle Arkadaşları
* Suçlular Aramızda.

23 Mart 2012 Cuma

Ankara'nın galibi: "Entelköy Efeköy'e Karşı"

TC. Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Çankaya Belediyesi'nin destekleri ile Dünya Kitle İletişimi Araştırma Vakfı tarafından organize edilen 23. Ankara Uluslararası Film Festivali sona erdi.

Bu yılki onur ödüllerine Burçak Evren, Hamiye Çolakoğlu ve Panayot Abacı’nın değer görüldüğü etkinlikte, Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması'nın öne çıkan ismi ise Yüksel Aksu oldu.

Prof. Sami Şekeroğlu (Başkan), Osman Şahin, Çiğdem Vitrinel, Cüneyt Cebenoyan ve Doğan Sarıgüzel'den oluşan jüri, En İyi Film, Yönetmen Ve Senaryo dallarında "Entelköy, Efeköy’e Karşı" filmini ödüle değer buldu.

En İyi Film
"Entelköy Efeköy'e Karşı"
Mahmut Tali Öngören Özel Ödülü
"Aşk ve Devrim"
En İyi Yönetmen
Yüksel Aksu
En İyi Kadın Oyuncu
Nesrin Cevadzade ("Güzel Günler Göreceğiz" ve "Yangın Var")
En İyi Erkek Oyuncu
Osman Sonant ("Yangın Var")
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu
Gizem Erdem ("Canavarlar Sofrası")
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu
Ayberk Pekcan ("Aşk ve Devrim")
Onat Kutlar En İyi Senaryo Ödülü (özgün ya da uyarlama)
Yüksel Aksu ("Entelköy Efeköy’e Karşı")
En İyi Görüntü Yönetmeni
Deniz Eyüboğlu Aydın ("Canavarlar Sofrası")
En İyi Sanat Yönetmeni
Elif Taşçıoğlu ("Nar")
En İyi Özgün Müzik
Barış Diri ("Canavarlar Sofrası")
En İyi Kurgu
Erkan Erdem ("Yangın Var")
Umut Veren Yeni Yönetmen
Ramin Matin ("Canavarlar Sofrası")
Umut Veren Yeni Kadın Oyuncu
Ayşe Bosse ("Entelköy Efeköy’e Karşı")
Umut Veren Yeni Erkek Oyuncu
Gün Koper("Aşk ve Devrim")
SİYAD Jürisi Ulusal Uzun Film Ödülü
"Canavarlar Sofrası"

Ulusal Belgesel Film Yarışması
En İyi Belgesel Film (Öğrenci)
"Cneydo" (Hüdai Ateş)
En İyi Belgesel Film (Profesyonel)
"Geçmiş Mazi Olmadı" (Mehmet Özgür Candan)
Seçiciler Kurulu Özel Ödülü
"Canbaz" (Sedat Aygün)

Ulusal Kısa Film Yarışması
En İyi Kurmaca
"Ali Ata Bak" (Orhan İnce)
En İyi Deneysel
"İnfantil Amnezi" (Can Mengilibörü)
En İyi Canlandırma
"Magnus Nottingham" (Ayçe Kartal)
Seçiciler Kurulu Özel Ödülü
"Kız Çocuğu" (Hakan Berber)

15 Mart 2012 Perşembe

"Bir cümle" tekniği

Hangi noktadan başlamak gerektiği ve doğru bakış açısının nasıl saptanacağı gibi temel sorunlar film öyküsünün tasarlanması sürecini zorlaştırır, bu güçlüğü aşmanın en uygun yolu "bir cümle" tekniğinden yararlanmaktır. Bu da, senaryo sürecinin tamamını kapsayan "denetleme" işinin en önemli yardımcısıdır

Senaryo yazmak zevkli, fakat ağır bir iştir, ilk imgelerin yağmaya başladığı andan filmin kurgulanmasına kadar devam eden uzun senaryo sürecinin çoğu bölümü angarya yüklüdür ve ince hesaplar yapmakla, yazarın matematik yeteneğinin sınanmasıyla geçer.

İlk senaryonuzu tamamlamış olduğunuzu varsayalım. Birinci yazımın hazır olması tüm işin bittiğini göstermez, sadece adına "denetleme" diyebileceğimiz bir aşamaya gelmişsinizdir, yazdığınız sahneleri birer birer, en küçük ayrıntısına, repliğine varıncaya kadar elden geçirmeniz, senaryonun hedeflerine ne derece uygun olduklarını kontrol etmeniz gerekir. İkinci ve sonraki yazımların gerekli olup olmadığını (çoğunlukla zorunludurlar) ve ilk yazımdan nelerin değişmesi gerektiğini "denetleme"nin sonuçları ortaya koyar. Senaryonun eksiksiz halini karşınızda görmeniz büyük avantajdır, sahneler arasındaki geçişler, yan öykülerin gelişimi, karakterlerin uğradığı değişiklikler üzerinde tam hakimiyet kurabilir, ele aldığınız temaları yeterince işleyip işleyemediğinizi kontrol edebilirsiniz.

Denetleme, sadece yazımın ardından yapılmaz, aslında bu, öyküye tam halini verdiğiniz gün başlayan ve çekimler boyunca da süren bir iştir. Hikayeyi kurarken konuya adamakıllı hakim olursanız, denetleme sürecini erken başlatır ve yüksek verim elde edersiniz, senaryoyu daha kolay, daha sancısız yazar ve daha başarılı olursunuz. Öykünün kuruluşundan senaryonun son yazımına kadar sürecin tüm aşamalarında başvuracağınız en önemli denetim aracı ise geçen yazıda söz ettiğimiz "bir cümle" tekniğidir.

Senaryo yazmanın en zor kısımlarından biri öyküyü uygun biçimde kurmaktır, film hikayesini tasarlamanın güçlüklerinin başında ise öykünün nerede başladığını kestirmek gelir. Sinema filmleri akıp giden yaşamın bir noktasında öyküyü başlatırlar, örneğin "Magnolia / Manolya" bir dizi karakterin aynı gün içinde yaşadıklarını ele alıyor, bu insanların biri 14, öteki 72 yaşında, yani filmde anlatılan günden önce başlarından -filmde sadece bahsedilen- pek çok olay geçti, örneğin Jack'i (Tom Cruise) babası terketti, Donnie barmen çocukla tanıştı ve ona aşık oldu vs. Bu olaylar bu kişileri etkilemiş, filmde ele alınan karakterler haline gelmelerini sağlamıştır. Öyküyü kurarken karşılaşılan sorun şudur: Jack'in 30 küsur yıllık yaşamının tam olarak hangi anında film onu anlatmaya başlamalı?

Bir kağıdın üzerine düz bir çizgi çizin, bir noktasını işaretleyin. O nokta, filmin başladığı anki durum olsun. 3-5 santim sağına koyacağınız bir diğer nokta da filmin son sahnesine gelindiğinde olayların aldığı şekli gösteriyor olsun, bu iki noktanın arasını senaryoda işleyeceksiniz. Evet ama ilk noktanın solundaki ve ikincinin sağındaki bölüme ne olacak? Neden ilk nokta tam olarak orada da, bir santim daha solda ya da sağda değil?

Filmin, öyküyle doğrudan bağı bulunmayan, karakteri tanıtma amacı güden sahnelerle açılıp ana hikayeye 6.-8. dakikada ancak girilmesi tekniği, bugün de kısmen yaşayan çok eski bir formüldür. Kimi filmlerde ise karakter tanıtımına sahne ayrılmadığını görürüz, film öykünün başladığı an açılır, seyirci olayların gelişimini izlerken, karakterleri de tanır. Üçüncü bir seçenek ise filmi, öykünün başlangıcından daha ileri bir noktadan açmaktır, hikaye bir ailenin İstanbul'a göçüyle başlıyorsa, siz filmi onların gelişlerinin üçüncü günü ya da birinci ayı açabilirsiniz.

Senaryo yazarları, yeterince deneyim kazanana değin öykünün başlangıcıyla ilgili bir karmaşaya düşebilir, çoğunlukla da karakterin hikayesiyle filmin öyküsünü karıştırır, biri yerine ötekini öne çıkarırlar. Oysa senaristi ilgilendiren karakterin değil filmin öyküsüdür.

"The Shawshank Redemption / Esaretin Bedeli"nden örnek verelim: Tim Robbins'in oynadığı karakter karısını öldürdüğü için hapse düşmüştür, ama film karakterin öyküsünün o kısmıyla ilgilenmez, bunu birkaç diyalogla aktarıp geçer, asıl ağırlığı hapishane günlerine verir, finali de kaçışıyla bağlar. Bir ya da birkaç mahkumun kaçma çabalarını öyküleyen filmler ise karakterlerin hapse düşüş öyküleriyle de, hapis yaşantısıyla da ilgilenmez, işin macera kısmına odaklanırlar. Ya da örneğin "A Perfect World / Kusursuz Dünya"da asıl öykü iki mahkumun kaçmalarıyla başlar, filmin odağında Kevin Costner'ın rehin aldığı çocukla ilişkisi ve yolculukları vardır.

Bu filmlerin ortak özelliği, hepsinde suçlu karakterlerin anlatılmasıdır, tüm bu kişiler bir nedenle hapse düşmüşlerdir, ama filmler, senaristlerin tercihine göre mahkum olma, hapis yaşamı, kaçma, kaçış sonrası olaylar bütününün belli bir bölümüne odaklanırlar.

Filmin öyküsünü karakterin yaşamının hangi döneminde başlatacağınız eğilimlerinizle ilgilidir, aynı biçimde öyküye hangi açıdan bakacağını da yazar seçer: Martin Scorsese klasiği "Taxi Driver / Taksi Şoförü"nde film Travis'e (Robert De Niro) odaklanmıştır: Travis fahişe bir kızı (Jodie Foster) içinde bulunduğu bataktan kurtarmaya çalışır. Aynı öyküyü, diğer bakış açısıyla ele alıp karşısına onu kurtarmaya azmetmiş bir adamın çıktığı küçük fahişe kızın öyküsünü de anlatabiliriz. Kuşkusuz bunlar bambaşka filmlerdir, ortak sahneleri ve karakterleri barındıran ama temel cümleleri farklı olan iki film, aynı konuyu işlemek için iki değişik yöntem...

Hangi noktadan başlamak gerektiği ve doğru bakış açısının nasıl saptanacağı gibi sorunsallar film öyküsünün tasarlanması sürecini zorlaştırır, bu zorluğu aşmanın en uygun yolu "bir cümle" tekniğinden yararlanmaktır, ki bu, en başta da söylediğimiz gibi, senaryo sürecinin tamamının kapsayan "denetleme" işinin de en önemli yardımcısıdır. Öyleyse öyküyü tasarlamayı bitirdiğinizde, tekrar tekrar dönüp senaryonuzun ana cümlesine bakmalı, o cümlede ifade ettiğiniz temayı yeterince işleyip işlemediğinizi tam bu aşamada dikkatle kontrol etmelisiniz. Bu, yükünüzü çok hafifletecektir.

Çok yaygın kullanılan bir temadan örnek verelim: Klasik romanların ana temalarından biri, 20. yüzyıl romanının ağırlıklı izleği olan "bireyin dönüşümü", sinema filmlerinde de sık sık karşımıza çıkar. "Raging Bull / Kızgın Boğa", "Stonni Tutti Bene / Herkesin Keyfi Yerinde", "Fight Club / Dövüş Kulübü", "8mm.", "The Game / Oyun" gibi filmler, ayrı karakterleri işleyen, farklı konuları ele alan, fakat aynı zeminde buluşan yapıtlardır, hepsinde de bir ana karakterin, başından geçenlerden sonra uğradığı dönüşüm anlatılır.

Bu temaya farklı izleklere açılan filmlerden de örnekler bulabiliriz: "Manolya"daki Jack'i ana karakter olarak alan bir senaryo yazdığınızı düşleyin, finalde babasının yatağının başında ağlarken "dönüşmüş" olacaktır. Keza "The Sixth Sense / Altıncı His" ve "Stigmata"nın, iki ayrı karakterin dönüşümlerini paralel olarak anlatan filmler olduğunu söyleyebiliriz, bu ikisinin bakış açısı bakımından ortak özellikleri "Tanrısal" adı verilen tekniği kullanmalarıdır.

"Stigmata"da, öykünün odağındaki Frankie'nin (Patricia Arquette) öyküsüne paralel olarak Vatikan'daki yetkililerle ilgili sahneler ve Andrew'un (Gabriel Byrne) araştırmaları da gösterilir. Buradaki tercihin temelde ekonomiyle ilgili olduğunu belirtmekte yarar var, stigmata motifi sadece ana karaktere odaklanılarak anlatılsa, ortaya daha az dramatik, daha mistik ve dolayısıyla bugünün sinema seyircisine daha az hitap eden bir film çıkardı.

Bu çok yaygın temayı işleyecek olursanız, senaryonuzun ana cümlesinde baş karakterinizin dönüşümünü vurgulamanız gerekir. Örneğin: "Ünlü talk şovcu Ahmet yaşadığı aşk sayesinde daha sevecen ve hayatla uyumlu bir birey haline gelir“... Cümleyi böyle kurduğunuzda -bir ırmak olarak imgeleyebileceğiniz- ana temanızın yan kolları da ortaya çıkmış olur: Ahmet'in işi, yaşadığı aşk ve uğradığı dönüşümü yansıtacağınız alanlar senaryoda olmak zorundadır. Karakterin gelişimini sadece işiyle yansıtmak istemiyorsanız, Ahmet'in örneğin ailevi ilişkilerine de girersiniz, bu durumda onu aşk başlamadan önce ve finalde ailesiyle gösteren sahneleriniz olacak demektir, gönül ister ki ara bölümlerde de ailesinin yanında görelim, böylece dönüşüm tam olarak anlaşılsın.

Oysa "Taksi Şoförü"nde, film, birey/metropol yaşantısı temasına odaklandığından Travis'in -yüzeysel ilişkisi olan birkaç meslektaşı ve hoşlandığı kız dışında- hemen kimseyle yakın olmaması yeğlenmiştir. Öte yandan "Dr. Jekyll & Mr. Hyde"da Jekyll'ın nişanlısı, kızın babası, yakın arkadaşı gibi karakterler "içindeki kötüyle mücadele" ana temasını güçlendirmeye yararlar.

Tüm bunları belirleyense bu eserlerde "neyin anlatıldığı"dır, yani filmlerin ana cümlesi...

Görüldüğü gibi "bir cümle" tekniğinde uzmanlaşmaları, iyi senaryolara imza atmak isteyen yazarlara ciddi bir teknik güç kazandıracaktır.

Sinema, sayı: 63, Mayıs 2000

13 Mart 2012 Salı

Drama İstanbul Senaryo Atölyesi

Drama İstanbul Senaryo Atölyesinin tanıtım filmlerinden üçü. Bu linkte yapımcı-yönetmen Ezel Akay, bunda senarist-yönetmen Semir Arslanyürek, şu linkte ise yapımcı Mehmet Altıoklar, ülkemizdeki sinema eğitimi ve bu tür şirketlerin sektör açısından önemine ilişkin görüşlerini anlatıyorlar.

Meraklısı için Drama İstanbul'un adresleri:
http://www.dramaistanbul.com.tr/
http://www.facebook.com/dramaistanbul
http://www.dramaistanbul.com.tr/blog/?p=1942 (Bu sayfada başka kişilerin videoları da var)

13 Ocak 2012 Cuma

İzlenim günlüğü 4: “Girl, Interrupted” şarkıları

“Girl, Interrupted / Aklım Karıştı”, “Heavy” ile başarılı bir çıkış yapıp “Copland / Güçlüler Bölgesi” ile gönüllere taht kuran James Mangold’un (“Walk the Line / Sınırları Aşmak”, “3:10 To Yuma”) üçüncü uzun metrajlı filmi. Hastaların büyük çoğunluğunu genç kızların oluşturduğu bir akıl hastanesinde yaşanan acı tatlı olayları konu edinen eseri “90’lı yılların ‘Guguk Kuşu’” olarak nitelemek mümkün.

1960’larda geçen filmin sesbandına, o yılların en ünlü şarkılarından bir demet serpiştirilmiş: Açılış sahnesinde Simon & Garfunkel’dan “Bookends”in kullanılmış olması, seçilen şarkıların kalitesi hakkında ipucu veriyor. Nitekim 20’ye yakın şarkı, izleyicinin kulağına ziyafet çekerek birbiri ardına geçiyor: The Doors’tan "Roadhouse Blues", Jefferson Airplane'den "Comin' Back To Me", The Mamas and the Papas'dan ""Got A Feelin'" ve Them'in yorumuyla unutulmaz Bob Dylan bestesi "It's All Over Now Baby Blue" dönemin önemli parçaları arasında. Rock dışı türlerden de klasik sayılabilecek eserler var, örneğin Aretha Franklin’den "The Right Time" ve Doris Day’den –belki de filmlerde en çok kullanılan şarkılardan biri olan- “"Whatever Will Be, Will Be (Que Sera, Sera)"…

Film de epey başarılı gerçi ama bu sesbandı çok daha fazla alkış topluyor…