Copyright © 2014 - Tamer Baran - Tüm Hakları Saklıdır.
Bu blogta yer alan yazılar (içerik), 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince eser sahibi olan Tamer Baran'a aittir. Söz konusu içerik eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz,yayınlanamaz...

23 Kasım 2011 Çarşamba

İzlenim günlüğü 2: “Predators”


Arnold Schwarzenegger’i başrolde sunan “Predator / Av”, 1987 yapımı bir gerilim-macera filmiydi. Gişede büyük başarı kazanmış, zamanla kült film konumuna erişmişti. John McTiernan’ın yönettiği film, bir ormanda tuhaf özellikleri olan bir uzaylı “canavarla” savaşmak zorunda kalan bir grup Amerikan askerinin yaşadıklarını öykülüyordu.

2010 tarihli yeniden çevrimde ilk dikkat çeken, öykünün yabancı bir gezegene taşınmış olması. Ekipte farklı ülkelerden insanlar var ve aralarında bir mahkum ile bir doktor da bulunuyor. “Predator” adı verilen canavar uzaylılardan ise bu kez üç tane birden var.

Orijinal versiyonun başarısına erişemeyen bir film olmuş bu, ilginç buluşlar var ama, Samuray kılıcıyla yapılan dövüş haricinde vasatın üstüne çıkan tek bir sahnesi bile yok... Zaten bizi asıl ilgilendiren filmin finali: Aralarında bir Rus ve bir Japon’un da bulunduğu ekipten sadece Amerikalı erkek (Adrien Brody) ve İsrail’li kadın (Alice Braga) sağ kalıyor. Başa çıkılması imkansız (gibi görünen) uzaylılar diğer herkesi birer birer haklıyor, ama bu ikisine güç yetiremiyor. Fotoğrafta görüldüğü gibi, İsrail’li ve Amerikalı yabancı bir gezegende yapayalnız kalıyor finalde.

Bunun sadece devam filmi için düşünüldüğünü sanmayınız, asıl ilginç nokta şu: Tüm kıyamet-sonrası filmlerinde, dünyada veya başka bir gezegende sadece bir kadın ve bir erkek sağ kalırsa, bunlar otomatikman Adem ve Havva olarak algılanır… Yani “Predators”ı kotaranlar da, seyircinin o finali böyle yorumlamasını istiyorlar. Dolayısıyla film şu mesajı işliyor: İnsanlık uzaya yayılacaksa bunu ne Japonya, ne Rusya, sadece ABD ve İsrail başarabilir.

Fakat bu tür filmlerde daha derinlerde, daha zor fark edilen başka mesajlar bulunur ve bunlar genellikle –film uzayda veya gelecekte de geçse- dünyanın bugünüyle ilgilidirler. Dolayısıyla –bence- filmin asıl gizli mesajı şu: Farklı büyük ülkelerin de söz sahibi olmaya çalıştığı Ortadoğu’da, “gizemli canavarları” yok etmeye sadece ABD ve İsrail'in gücü yeter. Orada “yeni hayat”ı onlar kuracak…

Meraklısı, 2012 de yaklaşmakta olduğu için, biraz daha küresel bir yorum getirebilir, örneğin şöyle bir şey: Olası bir felaket halinde dünyada insanlığı yeniden ABD ve İsrail kuracak çünkü buna sadece bu iki ülke muktedir…

“Allah akıl fikir versin” deyip geçmeyiniz, bu konu çok önemli.

Çünkü çocuklarımız bu filmlerde gizli mesajlara maruz kalarak büyüyorlar.

Meraklısına:
Bilinçaltı mesajlarla ilgili bir başka film: “M.Ö. 10.000”

17 Kasım 2011 Perşembe

İzlenim günlüğü 1: “Garsoniyer”


Adrift in Manhattan” (Alfredo De Villa, 2007) filminde Mark (William Baldwin) eski eşi Rose'a (Heather Graham) sinemaya gitmeyi teklif eder, kadın istemeyince üsteler: “Jack Lemmon'ı tenis raketiyle spagetti süzerken izleme şansını kaç kez bulabilirsin ki?..”

Terfi vb çıkarları gereği dairesini amirlerine garsoniyer olarak kullandırtan Baxter’ın (Lemmon) öyküsüdür “The Apartment” (1960), unutulmaz Billy Wilder yapıtlarından biridir. Amerikalılar için kültürel değeri yüksek klasiklerdendir, onlarca filmde ondan bahsedilmiş, ona gönderme yapılmıştır.

Gişe filmleri yapan her usta yönetmen gibi Wilder da izleyiciyi büyülemenin önemini iyi bilir. Mekan kullanımıyla da yapılabilir bu, yeni bir oyuncuyla veya dünya güzeli bir kostümle de… Popüler filmler seyirciyle her açıdan flört etmeye, gözüne, aklına ve yüreğine seslenmeye, hafızasına kazınmaya çalışır (Fakat maalesef bu durum bizim filmlerimizin çoğunda atlanıyor). İzleyici de sever bunu, özel önem verdiği şeyleri eşe dosta anlatmaktan, anımsayıp duygularını tekrar harekete geçirmekten hoşlanır…

Filmlerdeki küçük öğelerden büyülenmek, onları sevmek, hatta hayatına katmak, sinemasever olmanın en keyifli ve faydalı yanlarından biridir.

Meraklısına:
Kapıda görünen genç kız Shirley MacLaine. O ve Lemmon bir başka Wilder klasiği olan "Irma De Luce"de de başrolleri paylaşmışlardı.