Copyright © 2014 - Tamer Baran - Tüm Hakları Saklıdır.
Bu blogta yer alan yazılar (içerik), 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince eser sahibi olan Tamer Baran'a aittir. Söz konusu içerik eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz,yayınlanamaz...

23 Kasım 2011 Çarşamba

İzlenim günlüğü 2: “Predators”


Arnold Schwarzenegger’i başrolde sunan “Predator / Av”, 1987 yapımı bir gerilim-macera filmiydi. Gişede büyük başarı kazanmış, zamanla kült film konumuna erişmişti. John McTiernan’ın yönettiği film, bir ormanda tuhaf özellikleri olan bir uzaylı “canavarla” savaşmak zorunda kalan bir grup Amerikan askerinin yaşadıklarını öykülüyordu.

2010 tarihli yeniden çevrimde ilk dikkat çeken, öykünün yabancı bir gezegene taşınmış olması. Ekipte farklı ülkelerden insanlar var ve aralarında bir mahkum ile bir doktor da bulunuyor. “Predator” adı verilen canavar uzaylılardan ise bu kez üç tane birden var.

Orijinal versiyonun başarısına erişemeyen bir film olmuş bu, ilginç buluşlar var ama, Samuray kılıcıyla yapılan dövüş haricinde vasatın üstüne çıkan tek bir sahnesi bile yok... Zaten bizi asıl ilgilendiren filmin finali: Aralarında bir Rus ve bir Japon’un da bulunduğu ekipten sadece Amerikalı erkek (Adrien Brody) ve İsrail’li kadın (Alice Braga) sağ kalıyor. Başa çıkılması imkansız (gibi görünen) uzaylılar diğer herkesi birer birer haklıyor, ama bu ikisine güç yetiremiyor. Fotoğrafta görüldüğü gibi, İsrail’li ve Amerikalı yabancı bir gezegende yapayalnız kalıyor finalde.

Bunun sadece devam filmi için düşünüldüğünü sanmayınız, asıl ilginç nokta şu: Tüm kıyamet-sonrası filmlerinde, dünyada veya başka bir gezegende sadece bir kadın ve bir erkek sağ kalırsa, bunlar otomatikman Adem ve Havva olarak algılanır… Yani “Predators”ı kotaranlar da, seyircinin o finali böyle yorumlamasını istiyorlar. Dolayısıyla film şu mesajı işliyor: İnsanlık uzaya yayılacaksa bunu ne Japonya, ne Rusya, sadece ABD ve İsrail başarabilir.

Fakat bu tür filmlerde daha derinlerde, daha zor fark edilen başka mesajlar bulunur ve bunlar genellikle –film uzayda veya gelecekte de geçse- dünyanın bugünüyle ilgilidirler. Dolayısıyla –bence- filmin asıl gizli mesajı şu: Farklı büyük ülkelerin de söz sahibi olmaya çalıştığı Ortadoğu’da, “gizemli canavarları” yok etmeye sadece ABD ve İsrail'in gücü yeter. Orada “yeni hayat”ı onlar kuracak…

Meraklısı, 2012 de yaklaşmakta olduğu için, biraz daha küresel bir yorum getirebilir, örneğin şöyle bir şey: Olası bir felaket halinde dünyada insanlığı yeniden ABD ve İsrail kuracak çünkü buna sadece bu iki ülke muktedir…

“Allah akıl fikir versin” deyip geçmeyiniz, bu konu çok önemli.

Çünkü çocuklarımız bu filmlerde gizli mesajlara maruz kalarak büyüyorlar.

Meraklısına:
Bilinçaltı mesajlarla ilgili bir başka film: “M.Ö. 10.000”

17 Kasım 2011 Perşembe

İzlenim günlüğü 1: “Garsoniyer”


Adrift in Manhattan” (Alfredo De Villa, 2007) filminde Mark (William Baldwin) eski eşi Rose'a (Heather Graham) sinemaya gitmeyi teklif eder, kadın istemeyince üsteler: “Jack Lemmon'ı tenis raketiyle spagetti süzerken izleme şansını kaç kez bulabilirsin ki?..”

Terfi vb çıkarları gereği dairesini amirlerine garsoniyer olarak kullandırtan Baxter’ın (Lemmon) öyküsüdür “The Apartment” (1960), unutulmaz Billy Wilder yapıtlarından biridir. Amerikalılar için kültürel değeri yüksek klasiklerdendir, onlarca filmde ondan bahsedilmiş, ona gönderme yapılmıştır.

Gişe filmleri yapan her usta yönetmen gibi Wilder da izleyiciyi büyülemenin önemini iyi bilir. Mekan kullanımıyla da yapılabilir bu, yeni bir oyuncuyla veya dünya güzeli bir kostümle de… Popüler filmler seyirciyle her açıdan flört etmeye, gözüne, aklına ve yüreğine seslenmeye, hafızasına kazınmaya çalışır (Fakat maalesef bu durum bizim filmlerimizin çoğunda atlanıyor). İzleyici de sever bunu, özel önem verdiği şeyleri eşe dosta anlatmaktan, anımsayıp duygularını tekrar harekete geçirmekten hoşlanır…

Filmlerdeki küçük öğelerden büyülenmek, onları sevmek, hatta hayatına katmak, sinemasever olmanın en keyifli ve faydalı yanlarından biridir.

Meraklısına:
Kapıda görünen genç kız Shirley MacLaine. O ve Lemmon bir başka Wilder klasiği olan "Irma De Luce"de de başrolleri paylaşmışlardı.

4 Ekim 2011 Salı

Zorba / Mikis Theodorakis

Nikos Kazancakis’in ünlü romanı, 1964’te Michael Cacoyannis yönetiminde sinemaya aktarıldı, başlıca rolleri Anthony Quinn, Alan Bates ve Irene Papas canlandırdılar. 3 Oskar ödüllü filmde, halk bilgesi Zorba’nın yazar patronuna verdiği hayat dersleri unutulmazdır (Bunlar romanda daha uzun yer alır; mutlaka okumalısınız).

Zorba patronuna hayatı doya doya yaşaması gerektiğini anlatmaya çalışır, bir sahnede de ona dans etmesini öğretir. Bu sahnede kullanılan “Zorba’s Dance” isimli ezgi, büyük Yunan besteci Mikis Theodorakis’in film için hazırladığı olağanüstü parçaların en güzellerinden biridir. Grammy ödülüne aday gösterilen bu eserler, Sirtaki modasının dünyaya yayılmasını da sağlamıştır.

"Z" (Costa-Gavras, 1969), "Serpico" (Sidney Lumet, 1973), "Sis" (Zülfü Livaneli, 1989) gibi eserlerde de imzası bulunan Mikis Theodorakis'in yaptığı film müziklerinin tam listesi için tıklayınız.

Sahnenin videosu için tıklayınız

DVD firması: Tiglon / 20th Century Fox

20 Eylül 2011 Salı

My Own Love Song / Renée Zellweger

Elinde Edith Piaf gibi güçlü ve renkli bir kişilik ve inanılması zor bir hayat öyküsü varken vasatı aşamayan bir film yapması Olivier Dahan adına hayal kırıklığı yaratmıştı. Bir sonraki filmi “My Own Love Song”ta yönetmenin senaryo konusundaki sıkıntıları devam ediyor, fakat biraz daha rahatladığı, filmin akmasına daha fazla izin verdiği gözlemleniyor. Ve yine çok başarılı oyunculardan harika performanslar çıkarmış. Özellikle Zellweger ve Whitaker canlandırdıkları kişiliklerle öylesine uyum içindeler ve o kadar müthiş oynuyorlar ki, karakter yaratma ve sunma alanındaki yetersizlikleri de kapatıyor, filmi olduğundan başarılı gösteriyorlar.

Ve yine bu iki oyuncu, sesleriyle de filme önemli katkıda bulunuyorlar. Birini Whitaker’ın, üçünü Zellweger’in söylediği dört eser, önemli bölümü Bob Dylan şarkılarından oluşan sesbandında bile öne çıkmayı başarıyor (Bu filmin sesbandı, son yılların en başarılı çalışmalarından biri, meraklısına hararetle önerilir).

Unutulmaz müzikal bir sahne de var filmde: Renée Zellweger, Woody Guthrie klasiği “This Land is Your Land”i öyle bir söylüyor ki, görmeyene anlatmak zor. Şarkının sözlerini bilenler için, hayata dair tüm umutlarını yitirmiş, tekerlekli iskemleye mahkum bir genç kadının hem de o şarkıyı söylemesi de hayli manalı (Şarkıda sadece elektro gitar var, onu çalan müzisyeni de Nick Nolte oynuyor, yani “hayat sen ne çabuk harcadın beni” modeli karakterleri şaşırtıcı bir başarıyla canlandırmasıyla ünlü olan şahıs:)

Sahneyi izlemek için tıklayınız

Meraklısına:
Şarkının ünlü bir yorumu da Bruce Springteen’den gelmişti, ki onunki bu şarkıya en çok yakışan seslerden biri. Hatırlamak isterseniz, buyrun.

24 Temmuz 2011 Pazar

İnsanlardan büyülen

Aç ruhunu, izlediğin filmlere bak, oradaki insanları gör, onları hisset, onları yaşa. İzin ver Travis seni büyülesin, yazarı Paul Schrader’i büyülediği gibi. O karakteri yazan senaristten etkilen, oynayan oyuncudan, filmi çeken yönetmenden. Onlardan “öyle bir insan” oldukları için etkilen, hayranlık duyduğun eserleri, karakterlerinden ayrı değil ki

Yürekten çıkmayan yüreği vurmaz.

Seyircinin aklına sesleniyorsan, zekan bilenmiş olmalı.

Kalbine sesleniyorsan, kalbin tutuşmuş olmalı.

Akla giden yol yürekten geçer: Anlamak zekanın işidir, “idrak etmek” yüreğin. Duygu uyandırmayan bilgi henüz kavranmamıştır. Bu yüzden akıllarına seslendiğini sansan da yüreklerinden anlarlar. Senin de anladığın gibi.

Ne anlayacaklarını tasa etme, ne anladığına bak; çünkü yazmak, bir şeyleri anlamanın senin için en uygun yolu, yüreğini ne kadar açarsan, yazdıklarından o kadar etkilenir, o kadar öğrenirsin.

Ne anlayacaklarını tasa etme, ne hissettiğine bak; ruhunu ne kadar açarsan o kadar duygulanırsın ve his, hissi doğurur.

Duyguyla ifade etmediğin bir şeyle duygu yaratamazsın.

Öyleyse bırak, yüreğinden çıksın, başka yürekleri vursun.

Senin yüreğini titreten, onlarınkini de titretecektir, seni düşündüren onları da düşündürecektir. Çünkü aynı dünyada yaşıyoruz, aynı hamurdan yoğrulduk, aynı fırında pişiyoruz.

Sanatçı, hayatın fırınında pişirdiği ekmekleri başkalarına sunar, bir annenin bebeğini emzirdiği gibi. Anımsa: Hayatın sütünü içiyorsun, hayata sütünü sunuyorsun.
Öyleyse izin ver, hayat seni yüreğinden vursun.

Aç ruhunu, izlediğin filmlere bak, oradaki insanları gör, onları hisset, onları yaşa. İzin ver Travis seni büyülesin, yazarı Paul Schrader’i büyülediği gibi. O karakteri yazan senaristten etkilen, oynayan oyuncudan, filmi çeken yönetmenden. Onlardan “öyle bir insan” oldukları için etkilen, hayranlık duyduğun eserleri, karakterlerinden ayrı değil ki…

Hayat Schrader’i döller, o Travis’i doğurur. Travis, Scorsese’yi büyüler, onu alır, Robert de Niro’yla işbirliği yapıp büyütür, hayata sunar. “Taxi Driver / Taksi Şoförü”nü incelemek, bu dört kişiyi anlamaya çalışmak demektir öncelikle.

Sor kendine: Travis neden bu kadar öfkeli? Saçlarını punk tarzı kestirmesinin anlamı ne? Küçük fahişeyi neden takıntı haline getiriyor? Nasıl oluyor da kızı kurtarmak için birkaç kişiyi öldürmeyi göze alabiliyor? Onun yaşadıklarını sadece bir dram biçimi olarak görme, “Bir insan bu durumu nasıl yaşar?” diye sor kendine.

Sor kendine: Travis’in yalnızlığını yazarken Schrader kaç kez ağladı? Şakağına kanlı parmağını dayadığında De Niro ne hissediyordu? Fahişe rolü yapmak küçük Jodie Foster’ın ruhunu nasıl etkiledi?

Sor kendine: “Bringing out the Dead / Yaşamın Kıyısında”nın şoförü neden Travis’ten bunca farklı? Schrader ve Scorsese’de ne değişti ki yeni kahramanları huzur arayan biri oldu? Yolculuklarını çok acayip bulmuyor musun, baksana, ilk yol arkadaşlarının ismi “Birini Kurtarmak İçin Birkaçını Öldüren”di, sonuncusunun adıysa “Insanları Kurtaramadığı İçin Acı Çeken”…

Sor kendine: “Taksi Şoförü”nden nasıl etkilenmiştin, “Yaşamın Kıyısında”dan nasıl? O iki karakterden hangisine daha yakınsın? Gerçek insanlar olsalar hangisiyle arkadaş olmak isterdin?

Kim söyledi ki gerçek olmadıklarını?

Senarist hayattan alır malzemesini, ortaya kurmaca bir karakter çıkarır, seyirci filme gider, o karakteri gerçek biri gibi seyreder.

Sor kendine: Travis’in ne kadarı kurmaca? Yüzde kaçı Schrader, kaçı Scorsese, kaçı De Niro? “Suç ve Ceza” romanının kahramanı Raskolnikov’un ne kadar katkısı var Travis’e? Ve “kurtarıcı” karakterleri yazanlar üzerinde, Hıristiyanların “kurtarıcı” adıyla andıkları Hazreti Isa’nın etkisi ne kadar?

İzin ver, insanlar büyülesin seni. İsa çok ilginç biriydi, onu peygamber kimliğiyle anlaman zor oluyorsa, bir insan olarak bak, yaptıklarını sen yapar mıydın, bunu sor kendine.

Diğerleri de çok ilginçler: Muhammed, Gandhi, Atatürk, Buda, Hitler, Travis, Raskolnikov, Dostoyevski... Hepsi sanki birer sanat eseri. Sanatçının adını sen koy: Tanrı, Dünya, Hayat, Aile, Doğa, Toplum veya kişinin kendisi.

Belki de hepsi.

İnsanlara sanat eserleri gibi bak, bu gözle incele onları, yargıda bulunmadan önce anlamaya çalış: Neden öyleler? Neden şu şekilde davranıyorlar? Falanca özelliklerini nereden edinmiş olabilirler?

Karakterlerine bu gözle bak, annenin bazen sana bakıp düşündüğü gibi hisset: “Bu insanı ben mi var ettim?”

Her sanatçı eserine aşıktır, yarattığın karaktere aşık ol, onu doğurduğun için kendinle gurur duy. Sonra dön, seni doğurana bak.

Sor kendine: Anne(m) olmak nasıl bir şey?

“What’s Eating Gilbert Grape / Gilbert’ı Ne Yiyor?” filminin çok şişman annesi, düşük zekalı oğlu (Leonardo DiCaprio) nezarete atılınca onu kurtarmaya gider. Yıllardır evden ilk çıkışıdır bu, çünkü insanlardan utanmaktadır, kendi utancıyla oğlununki arasında bir seçim yapması gerektiğinde hiç tereddüt etmez.

İki utanç arasında seçim yapmak nasıl bir şey?

Nazi subayı Sophie’den (Meryl Streep) çocuklarından birini seçmesini ister, seçtiği onunla kalacak, öteki bir başka toplama kampına, büyük ihtimalle gaz odasına yollanacaktır. Kendisine tanınan kısacık sürede Sophie seçimini yapamaz, iki çocuğunu da alırlar.

Sor kendine: Çocuklarından birini seçebilir misin? Birini kurtarırken, ötekini ölüme yolladığını bilerek yaşayabilir misin?

Şimdi anlıyor musun Schindler’in gözyaşlarını? Biraz da eski bencil haline ağlamıyor mu dersin?

Yakandaki rozetle bir kişinin yaşamını kurtarabileceğini bilsen sen ne yapardın? “Kurtarırdım” diye atlama hemen, önce sor kendine: “Bir rozetin bir yaşam etmesi nasıl bir şey?” Bu soruyu yanıtlamadan Schindler’i anlayabilir misin?

Tabii ki anlarsın, ama kavrayamazsın. Anımsa: İdrak, yüreğin işidir.

Her insan bir sanat eseridir, Schindler de, rast gele seçtiği insanları dürbünlü tüfekle vuran komutan Amon da. Onun bunu nasıl yapabildiğini anlamak için kaç rozet verirdin?

İzin ver, Amon’un attığı mermiler senin de yüreğine saplansın, sadece orada öldürülenleri değil, tüm vurulanları anlarsın.

Izin ver kendine, o dürbündeki göz seninki olsun, az sonra canını alacağın birine, o balkondan, o tüfeğin arkasından bakmak nasıl bir şeydir acaba? Bu soruyu yanıtlamadan herhangi bir cinayeti yazabilir misin?

Tabii ki yazılır, ama etkisi az olur. Anımsa: Yürekten çıkmayan, yüreği vurmaz.

Yüreğinden çıkabilmesi için önce senin hissetmen gerekir. Hissedebilmek içinse ya yaşayacaksın, ya da yaşayan birine bakıp onunla bağ kuracaksın. Televizyonda, gazetelerde gördüğün katillerin gözlerine bak, ruhlarını okumaya çalış. Onları düşün, sorular sor, her sorunun cevabını mutlaka alırsın. Tabii açık olursan. Senin içinde de bir Amon ya da Travis olduğunu kabul edebilirsen. İçinde bir katil yoksa zaten cinayetleri yazamazsın ki.

Anımsa: Aynı hamurdan yoğrulduk, aynı fırında pişiyoruz. Bir başkasının yaşadığını sen de yaşayabilirsin, hissettiklerini anlayabilirsin. Bağ kurmaya çalışman yeter.
Bir başka ruhu anlamak için, kendi ruhu bak.

Sor kendine: Bir yolcu uçağını gökdelene bilerek çarptırmak nasıl bir şey?

Kendine izin verirsen Amon’un gözü olabilirsin, bir başka dürbünlü tüfeği Kennedy’ye doğrultabilirsin, bir başka namlunun ucunda Taksim Meydanı’nda 1 Mayıs’ı kutlayan kalabalık da olabilir.

Bir meydanda vurulmak nasıl bir şey?

Bir kalabalığa ateş etmek nasıl bir şey?

Bir kalabalığa hitap etmek nasıl bir şey? Onlara müziğini çalmak. Şarkı söylemek...

Sor kendine: Mozart olsan neler hissederdin? Salieri olsan Tanrı’ya isyan eder miydin, o yeteneği sana değil de Mozart’a verdiği için? Hayran olduğun bestecinin eserlerini engellemeye çalışır mıydın?

Bunları yaparsan aynada kendine bakabilir misin?

Bu soruları samimiyetle cevaplarsan Salieri’yi anlarsın, anlamak kabulü getirir, anladığın an, artık yargılayamazsın.

Sor kendine: Beethoven olsan bestelediğin müziği duyamamaya katlanabilir miydin? Çok acayip değil mi, duymadığın bir orkestrayı yönetmek? Çaldığı piyanonun üstüne kulağını dayayan besteciyi oynamak nasıl bir şey?

Koy kulağını masaya, Beethoven ol, melodiyi duy, notalar dans etsin ruhunda.

Daya kulağını, ruhunu aç ve sor kendine: İçinde hiç nota duymamış bir senarist bir besteciyi yazabilir mi?

Beethoven’ın müziği seni büyülüyor olabilir, küçümsediğin bir sanatçıyı, örneğin Ed Wood’u yazabilir miydin? Tim Burton olsan, “Ed Wood”u çekmeyi kolay mı bulurdun? O büyüleyici sahnede, Orson Welles’le kafede sohbet ederken Ed neler hissetmiştir dersin? Hadi yap seçimini, imkan tanınsa hangisi olmak isterdin?

Ed Wood da çok ilginç bir insan, o da aynı fırında pişiyor, onu anlamak da, ötekini anlamak kadar değerli, çünkü her birimizin içinde bir Orson Welles’e karşılık bir de Ed Wood var, aynada Şeytan’ı oynayan De Niro’nun gözlerini de görebilirsin, İsa’yı canlandıran Willem Dafoe’nunkileri de.

Bir göğsünden Mozart emiyor, ötekinden Salieri.

Sadece Mozart olduğunu sanırsan, Salieri seni içinden vurur.

Barış onunla, onu da kutsa, ondan da büyülen. Ancak böyle anlarsın ikisinin aynı kişi olduğunu, ikisinin “bir” olduğunu.

Hem Mozart’sın, hem Salieri… Kendinle barış, kendini kutsa, kendinden büyülen.

Onlara kendini anlat; en çok bundan etkilenirler.

Onlara kendilerini anlat; en çok bunu isterler.

Onlara aynı olduğumuzu anlat; en çok buna ihtiyaçları var.

Tamer Baran
Kasım 2001
“Bir Senaryo Yazmak”, Sinema Dergisi eki, Temmuz 2007

20 Haziran 2011 Pazartesi

Hepimizin babası ve '68 kuşağı (1)

Her insan "baba onayı" arayışındadır. Hatta bu talebini filmlerdeki babalara da yöneltir, örneğin "Hababam Sınıfı" serisinin Mahmut Hoca'sına. Çünkü Münir Özkul "toplumsal baba modeli"mizdir

Her baba bir okuldur aynı zamanda, hayat üniversitesidir.

Asıl değeri zamanla anlaşılır.

Başkalarına çok az etkide bulunmuş gibi görünen babalar için de geçerlidir bu.

Hani bazı ömürler vardır, mesela bir avuç insanın yaşadığı bir köyde geçmiştir. Yüzeysel bakan, öyle bir babanın biraz hayvan ve tahıl yetiştirmekten başka bir işe yaramadığını sanabilir. Oysa “ortalama birey” diye adlandırılanlar da hayata büyük katkıda bulunur: Diktiği ağacın meyveleri, yaptığı ayakkabı, kurduğu köprü insanların işine yarar. Hiç kimsenin mesela havlu üretmediği bir dünyada yaşamak istemezdiniz. Veya ampül yapmadığı, araçları onarmadığı...

Bunlar bir yana, “sokaktaki adam”, Atatürk, Gandi, Einstein, Mevlana vb “dünya öğretmenleri”nin de babası değilse dedesidir. Tüm ömrü küçük bir devlet dairesinde memur olarak geçmiş de olsa, seleflerinden alıp dönüştürdüğü ve kendisinden sonrakilere aktardığı değerler, gün gelir, insanlığa ve dünyaya kocaman bir katkıya, büyük bir hizmete dönüşür.

Ömrü kısa, sözü kısa babalar için de geçerlidir bu sözüm: Örneğin Pink Floyd'un basçısı, çoğu şarkının söz, müzik ve vokalinde imzası bulunan Roger Waters (1943) henüz beş aylıkken babası 2. Dünya Savaşı'nda ölmüştür. Babasız geçen çocukluğunu asla unutmayan sanatçı acısını şarkılarında açıkça, bazen çığlık çığlığa dillendirir. Örneğin grubun aynı isimli albümünden hareketle yapılan “Pink Floyd: The Wall” filminde, parkta kendi kendine sallanmaya, başka bir çocuğun babasını sahiplenmeye çalışan ufaklık, Waters'ın ta kendisidir.

Çünkü iki temel insan gereksiniminden biri, yani “baba onayı” (diğeri “anne şefkati”dir) küçümsenemez, yok sayılamaz; kişi şahsen bunun önemine hiç inanmasa bile, onu aramaya devam eder, kendi babasının kimliğinde değilse bile başkalarında...


“Baba, bana ne bıraktın?”
Dolayısıyla Waters'ın duygularını irdelemesi, babasıyla ilişkisini sorgulaması çok doğaldır. Nitekim, aynı albümün “Another Brick In The Wall, Part I” isimli şarkısında sorar:
“Babam okyanusun ötesine uçtu
Ardında bir hatıra bırakarak
Aile albümünde bir fotoğraf.
Baba, bana ne bıraktın başka?”

Waters'ın babası, oğlunun dünyaya gelmesini sağlayan iki kişiden biridir; ona sadece genlerini vermemiştir, bebeğin ruhuna babanın enerjisi, bilgeliği, hayat tecrübesi de katılmış, sonra o ruh milyonlarca insana ulaşan şarkıları yaratmıştır (Resmi rakamlara göre 200 milyondan fazla Pink Floyd albümü satıldı; radyodan, TV'den, filmlerden dinleyenleri de hesaplarsak, o şarkıların dünya nüfusunun ciddi bir bölümüne ulaştığı ortaya çıkar).

Annesinin varlığıyla, babasının yokluğuyla şekillenen kişiliğin temel özelliklerinden ikisi hümanist ve savaş karşıtı olmasıdır; bu muhalif kimlik tüm insanlığı etkilemiştir. Çünkü Pink Floyd'un olgunluk döneminde (1970-1983 arası) Waters'ın büyük etkisi ve emeği vardır, her yeni çalışmada katkısını daha da artırmıştır. Örneğin grupla yaptığı son albüm olan “The Final Cut”, savaşı ve savaştan medet uman politikacıları eleştiren bir konsept albümdür. Waters eseri babasına adamıştır, onu savaş yüzünden kaybetmesinin, savaş karşıtı kimliğine büyük etkisi/katkısı olduğu buradan da bellidir.

Hiç kimsenin hayatı değersiz değildir ve boşa geçmez.

Hiçbir baba kötü veya yararsız değildir. Olamaz zaten.

Bu önermeleri doğrulamaya, ancak 5 ay baba olarak kalabilen Eric Fletcher Waters örneği de yeter.

Dünyayı istiyoruz deme cesareti
Roger Waters ve Pink Floyd, '68 kuşağının simge isimleri arasındadır. Savaş, kapitalizm ve konformizm karşıtı o kuşak dünyayı değiştirmeye cüret etmiş ve bunu başarmıştır. Slogana dönüşen “Dünyayı istiyoruz / Hemen şimdi!” dizelerini yazan Jim Morrison (1943) da 68'lidir, “The Doors” filminde onu anlatan Oliver Stone (1946) da, o filmi ülkemize ithal eden Özen Film'in yöneticisi Mehmet Soyarslan da (1944).

Sonraki yıllarda sinema çalışmalarına ağırlık veren Soyarslan, gençliğinde müzisyendi, Apaşlar grubundayken yaptığı unutulmaz “Resimdeki Gözyaşları”, 1968'de yayımlanmıştır. Şarkının vokalisti, örneğin Ian Gillan (Deep Purple) gibi dünyaca ünlü olmasa da Rock tarihinin en muhteşem sesleri arasında adı sayılabilecek kadar önemli ve başarılı bir şarkıcıdır.

Cem Karaca, 1950'lerin ünlü tiyatrocu çifti Mehmet ve Toto Karaca'nın oğludur, 1945 doğumludur, ilk kez oyunlarda sahneye çıkmıştır. Sesinin gücünü keşfeden annesidir, babası ise hariciyeci olmasını istediği oğlunun müzik tutkusunu engellemek için çok uğraşmıştır. Delikanlılık çağında Cem Karaca'nın, bu konuda babasıyla çok çatıştığı anlaşılmaktadır.

Toplumsal baba modeli
Ama aynı Cem Karaca “Babama” şarkısını da yazmıştır. Girişinde şu cümleler yer alır eserin: “Bir dolu şey söylendi analar için. Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar dediler. Ama hep analar için.” Yine sözlerden anlaşıldığı kadarıyla bu şarkı sanatçının babasına ağıdıdır.

Karaca'nın o şarkıdaki tarifi, bu topraklarda yaşayan çoğu insana uyar, adeta hepimizin babasını anlatmaktadır:
“Ellerinle anlatır, dilinle söylerdin
Gözlerinle sever, belli etmezdin
Biliyor ve inanıyorum şimdi yukarıda
Koruyor ve gözetiyorsun beni hala”

Şu dize de önemlidir: “Bir avuç altın öğüt mirasın bana”...

Bu şarkıları dinleyen, filmleri izleyen herkesin inançlı olması, hele de ruhun sürekliliğine ve ahret yaşamına inanması gerekmez, önemli olan algıdır, her evlat babasının temel özelliklerinin sonsuza kadar devam etmesini diler, ondan öğretmeyi ve korumayı sürdürmesini bekler.

Gerçek babalar bu beklentiye yanıt veremezler, ortalama insan ömrü bunu imkansız kılar. Sadece filmlerdeki babalar bu beklentiyi karşılayabilir. Bunun nedeni karmaşık değildir: Sinema en popüler sanat dalıdır ve filmlerin ömrü uzundur, perdedeki baba karakteri sadece iki değil, 20 kuşağa da seslenebilir.

Nitekim seslenmektedir: 1975'te başlayan “Hababam Sınıfı” serisinde Münir Özkul'un canlandırdığı o unutulmaz öğretmen karakteri, hala ekranlardadır, ilk film yapıldığında delikanlılık çağında olanlar torunlarını gördüler, ama Mahmut Hoca hala aynı yaşta. Zamanında onlara seslendiği gibi bu dönem delikanlılık çağında olanlara da öğretiyor, büyük ihtimalle onlar dede olduklarında da korumaya ve sevmeye devam edecek.

Önemli bir simge: Münir Özkul
İşin ilginci Mahmut Hoca bekardır, ama bir simgeye dönüşmesi için gereken her niteliğe sahiptir. Daha sonra yapılan Arzu Film eserleriyle dönüşüm tamamlanmış, Özkul “her çocuğun babası” haline gelmiştir.

Çünkü bunlar toplumun en temel özelliklerini bilen büyük sanatçıların yaratıcılıklarıyla ortaya çıkmış tariflerdir, Kel Mahmut kişiliğinin oluşmasında, Rıfat Ilgaz, Umur Bugay, Ertem Eğilmez ve tabii ki Özkul'un (ve serinin devamında Sadık Şendil ile Yavuz Turgul'un) emeği vardır. Aynı ekip Kemal Sunal'la İnek Şaban, Adile Naşit'le Hafize Ana'yı yaratmış, bu ikisi de çok etkili ve uzun ömürlü karakterlere dönüşmüştür.


“Hababam Sınıfı” serisi sürerken, başka Arzu Film eserlerinde farklı anne karakterleri üstlenen (hatta bazılarında Özkul'un eşi olarak karşımıza çıkan) Adile Naşit “hepimizin annesi” olmuştur, hala da bu konumdadır. Çünkü Türk sineması henüz “toplumsal anne modeli”nin yeni versiyonunu çıkaramamıştır, büyük eksikliktir.

Özkul'un yerini almak içinse iki aday birden vardır; bu da tüm ülke için önemli bir kazanımdır. Çünkü toplumsal baba modelinin asıl önemi, örnek oluşturmasında yatar. “Sevgi dolu, ama duygularını belli etmeyen, mesafeli ve otoriter, bilge ve öğretici, esirgeyen ve koruyan” tarifi, büyük oranda gerçek, ama biraz masalsıdır. Türkiye'de yaşayan babaların belki de önemli bir bölümü örneğin çocuklarını döver ve yine herhalde önemli bir kısmı Mahmut Hoca kadar sevgi dolu ve sorumluluk bilinci gelişmiş kişiler değildir (Örneğin “Çoğunluk”ta Settar Tanrıöğer'in müthiş bir başarıyla canlandırdığı baba karakteri, Mahmut Hoca kadar gerçektir).

Zaten insanlar kendi babalarında göremedikleri bazı güzel özellikleri de taşıdığı için Mahmut Hoca'yı çok sevdiler ve saygı duymaya devam ediyorlar. Kendi babaları için aynı şeyi düşünmeseler de Mahmut Hoca onlar için kutsal bir değer, ve onun kutsallığı “isimsiz babalar”ın manevi değerini de artırıyor.

Yazının başında bahsettiğim “isimsiz kahramanlar”la, etki alanını çok genişletip milyonlarca çocuğa baba olmuş Mahmut Hoca vb arasında karşılıklı bir etkileşim vardır. “Sokaktaki adam” olmasa Kel Mahmut da olamazdı, çünkü o “toplumsal baba modeli”ni oluşturan sanatçıların da babası, amcası, dedesiydi. 1975'te o isimsiz baba, Münir özkul'un fiziğiyle yeni bir kimlik kazandı, dönüştü, Mahmut Hoca olarak hayatına devam etti, milyonlarca çocuğu, genci etkiledi. Bu etkiyi alanlar baba olduklarında kendi büyükleri gibi davranamazlardı zaten çünkü onları Mahmut Hoca yetiştirmişti.

Tekil bireylerin hayatı ve kişisel özellikleri insanı yanıltabilir; ama “toplumsal baba figürü” yanılmaz. Ve o kadar etkilidir ki, seyircinin bilinçaltına yerleşir, “baba onayı” talep ettiği bir makama dönüşür.

Öte yandan: Toplumsal değişikliklere ek olarak bu talebin etkisi, zamanla “herkesin babası”nı değiştirir, dönüştürür. Bu yeni tarifi yapıp perdeye yansıtmak da haliyle yine sanatçılara düşer.

Ne mutlu bu topluma... Ki, Mahmut Hoca'nın yerini alacak yeni baba tarifi yapılıyor, üstelik bu tarifi fiziksel olarak karşılayabilecek iki oyuncu birden var.

(devam edecek)

Yazının girişindeki çalışma "Hayat Yuvarlaktır" isimli blogtan alınmıştır, kimin hazırladığı orada da belirtilmemişti.

8 Haziran 2011 Çarşamba

Thomas Jefferson, Will Smith, Paul Simon ve Zeki Müren (ya da mutluluğun sırrını aramak)

Bir varmış, bir yokmuş... Bir ülkede genç bir adam Bağımsızlık Bildirgesi’ni kaleme almış, onun bir cümlesi bir adama ilham vermiş, o adam hayatını anlatan bir kitap yazmış, o kitap sinemaya uyarlanmış ve o filmde çok ünlü bir şarkı kullanılmış… Ve bunların hepsi “mutluluk" kavramıyla ilgiliymiş

Mutluluğu kovalama hakkı
Zeki Müren’in sesiyle ölümsüzleşmiş, çok etkileyici bir Türk Sanat Müziği şarkısıdır, “Mutluluğun Sırrı”. Sözlerinin bir bölümü şöyledir:

“Bir göz açıp kaparken, bir bakarsın geçmiş ömrün
Yaşamaya alışırken çıkagelirmiş ölüm
Son pişmanlık faydasız, giden geri gelmiyor
Mutluluğun sırrını kimse bilmiyor”

Gerçekten kimsede bu bilgi yok mudur, tartışılır. Fakat biz, saygıyı elden bırakmayalım, bu önermeyi aynen kabul edelim. Yine de bir açık kapı kalır: Mutluluğun sırrını kimsenin bilmemesi, asla bilinemeyeceği anlamına gelmez. Tarihte hiç kimse bu sırra gerçekten eremediyse bile, belki yarın birisi keşfedecektir...

Tabii bunun için araması gerekir.

Amerika Birleşik Devletleri’nin kurucularından Thomas Jefferson da herhalde aynı görüşteymiş ki, -4 Temmuz 1776’da ilan edilen- Bağımsızlık Bildirgesi’ni kaleme alırken insanların doğal hakları arasında bunu da saymış. İlgili cümle şöyledir: “Aşağıda gerçekler bizim için gayet açıktır: Tüm insanlar eşit yaratılmışlardır; Yaradan’ları tarafından bağışlanmış, belli bazı vazgeçilemez haklara sahiptirler; yaşam, özgürlük ve mutluluğa erişme hakları da bunların arasındadır.” (Bazı çevirilerde “mutluluğu arama” olarak geçiyor).

Bugünkü ABD’nin karşı tezi
Bildirge’nin o bölümü Gabriele Muccino’nun yönettiği “The Pursuit Of Happyness / Umudunu Kaybetme” (2006) filmine isim olur. Filmin bir sahnesinde Will Smith’in canlandırdığı Chris Gardner, bir duvarda bu kelimelere rastlar ve Jefferson hakkında düşünür: “Kovalama kısmı nerden aklına geldi ki acaba? Mutluluk ancak peşinden koşulabilecek ve gerçekte asla erişilemeyecek bir şey olduğu için mi?”

Bu sözler, mutluluğa dair iki temel felsefi görüşten birine işaret eder: Tarih boyunca filozoflar, sanatçılar, bilgeler bu konuda ikiye ayrılmışlardır; kimisi mutluluğu yakalamanın mümkün olduğunu iddia eder, diğerlerine göreyse aslolan aramaktır, bulmak değil…

Smith’in oğlu Jarden’le başrolleri paylaştığı film, gerçek hayat hikayesinden alınmıştır: Yanında 5 yaşında bir çocukla evsiz kalan Chris, sığınaklardan, sokak aralarından tekrar yükselmeyi başarır. “Umudunu Kaybetme” tipik Holivud ürünlerinden biri değildir; evet, “başarı hikayesi”dir, seyirciye ilham verir, kendini iyi hissetmesini sağlar, ama bunlardan çok daha fazlasıdır.

Filmde Jefferson’ın adı birkaç yerde geçer, sanki film izleyicisini onu ve arkadaşlarını (Amerikalıların “Kurucu Babalar” dediği kişileri) anımsamaya davet etmektedir. ABD’yi kuranlar hayli birikimli ve zeki insanlardır, ama senaryo örneğin George Washington veya John Adams’ı değil, özellikle Jefferson’ı anar, onun şair ruhlu olduğunu söyler. Jefferson, aslen avukattır, doğa aşığıdır, müzik tutkunudur, hayır severliğiyle nam salmıştır. Henüz 33 yaşındayken Bağımsızlık Bildirgesi’ni kaleme alan bu adam, inanılmaz bir sağduyuya, gelişmiş bir sezgi gücüne ve hayret uyandıran bir analiz yeteneğine sahiptir. ABD’yi Kurucu’ların çizgisinden çıkarıp bugünkü haline getiren her şeyi en az 100 yıl önce görmüş, yazmış, kitleleri ve yöneticileri uyarmaya çalışmıştır. Herhalde bunda hem bilime, hem metafiziğe düşkünlüğü ve her iki alanda da ciddi eğitim almış olması önemli pay sahibidir.

Serendipiti
Bir başka deyişle Jefferson, bugün ABD’ye hakim olan (ve tüm dünyaya yaymaya çalıştıkları) anlayışın antitezidir. 1980’lerde, yani kapitalizmin en deli hali olan Yeni Sağ iktidarında geçen film, kısmen senaryosuyla, ama asıl çoğu seyircinin önemini anlayamayabileceği ayrıntılarıyla tezini sunar. Ana kahramanın ruh hali ve düşüncelerinin yanı sıra, “fonda” kalan kişileri ve hatta kalabalığı resmedişiyle adeta şu cümleleri kurar: “Devletimiz bilinçli olarak Jefferson ve çalışma arkadaşlarının ilkelerinden uzaklaştı, insan doğasına aykırı bir sistem kuruldu, her yeni gelen kuşağa başarıya tapmaları öğretildi. Evsizler, maddi değerlere tapmanın, rekabet vahşetinin ve altta kalanın canı çıksın anlayışının sonucudur” (ABD'de nüfusun yaklaşık %10'unun evsiz olduğu biliniyor)...

Fakat film, kapitalizm konulu bir belgesel olmadığı için asıl öyküsüne bağlı kalır, mutluluğu da Gardner’ın algıladığı haliyle aktarır: bir eve, işe, eşe, arabaya sahip olmak, yani maddi başarı...

Hayattaki her şey gibi mutluluk da görecelidir, bir başka insan için maddi başarı önemsiz olabilir, onun mutluluk tarifi, bir ideolojiye veya vatana hizmet etmek gibi bir ideali içerebilir. Aslında tam da bu yüzden Jefferson Bildirge’deki cümlede “arama hakkı”ndan söz etmiştir. Herkes için geçerli bir mutluluk tarifi olmadığı gibi, herhangi bir insanın kişisel tarifi de zaman içinde değişebilir, örneğin kişi gençken maddi başarı onun için çok önemli olabilir, ama yaşlanınca şarkıdaki gibi “Paranın ne önemi var / Mühim olan insanlık” demeye başlayabilir. Tabii bunun tersi de mümkün… Mutluluğun göreceli oluşu yüzünden insanların mutluluğu arama hakkı olmalıdır, kişisel tarifleri değiştiğinde de bu kez başka bir kavramı mutlulukla özdeşleştirebilsinler, onun peşinde koşabilsinler diye… Jefferson (ve arkadaşları) bu hakkın doğuştan geldiğini ve alınamaz olduğunu kabul ve ilan etmişlerdir. Bunun anlamı şudur: Devlet, bireylerin mutluluğu arama hakkına müdahale etmeyecek, onlara belli bir mutluluk tarifini dayatmayacaktır.

Yaklaşık olarak 20. yüzyılın başından itibaren ABD devleti öncelikle kendi vatandaşlarına, güçlendikçe tüm dünyaya tek mutluluk tarifini (maddi başarı) dayatmaya başlamış, bu anlayış doruk noktasına 1980’lerde ulaşmıştır (68 kuşağının karşı çıkışı bertaraf edildikten sonra, öncelikle onların çocuklarını “hizaya sokma” amaçlı bir operasyonun adıdır Yeni Sağ. Tek hedefi bu değildir tabii ki, ama bu da önemli bir amaçtır).

“Umudunu Kaybetme”nin değeri, bugün dünyanın her köşesine yayılmasına ramak kalmış gibi görünen bu çarpık zihniyeti, en zayıf yerinden yakalayıp afişe etmesiyle de bağlantılıdır: Yeni Sağ döneminde geçer, ABD’ye hakim olan hayat algısına göre en aşağıyı (evsiz kalmak) ile en yukarıyı (milyon dolar değerinde bir şirkete sahip olmak) birlikte sunar. Ve kahramanımız, doktor veya siyasetçi değil, önce pazarlamacı, sonra borsacıdır, bir şeyleri “satarak” kazandığı parayla bir şeyler “almak” derdindedir. “Dırakdörden gadillağa” biçimde özetlenebilecek bir hayat hikayesi de vardır. Üstelik zenci olmasından kaynaklanan toplumsal dezavantajlarla da başa çıkması gerekmiştir… Daha ne olsun: Şahane bir Holivud masalı için her malzeme var…

Oysa “Umudunu Kaybetme”, masalları yere çalan bir filmdir.


En karanlık anın da sonuçta geçeceğini, pes etmemek gerektiğini öğütler, en dipteyken bile bir çıkış yolu bulunabileceğini anımsatır. Gardner’ın sistemin herkese dayattığı prensiplerden bazılarını (örneğin iş görüşmesine şık gitmek, gerektiğinde yalan söylemek vs) yerine getir(e)memesine rağmen, başarıya ulaştığını gösterir; hayatını şekillendiren tesadüflere, eşzamanlılığa, serendipitiye ve oğlunun bilinçsiz katkılarına dikkat çeker.

Kendi mutluluk tarifine Gardner, bazı kişisel özelliklerinin yarattığı engelleri ortadan kaldırarak (bazen kaldırmak zorunda kalarak) ulaşır. Bunun yanı sıra film, mutluluğa giden yolu inşa etmek için gereken araçlarından bazısını da işaret eder: Chris kendisi için asıl değerli olana (oğluna duyduğu sevgi) sımsıkı sarılır, bir misyonu (oğlunu sefaletten kurtarmak), özsaygısı ve sürekli düşündüğü, ilham aldığı bir akıl hocası (Jefferson) vardır.

Azgın suların üstündeki köprü
Ruh yücelten bu filmde, öyküye gayet uyan “Bridge Over Troubled Water” şarkısı Roberta Flack’in yorumuyla kullanılmıştır. Paul Simon bestesidir, 60’ların en ünlü gruplarından Simon and Garfunkel’ın 1969 tarihli konser albümünde yer alır, 1970’te 45’lik olarak sunulmuştur (Paul Simon ve Art Garfunkel’ın ilkokuldan beri tanışıyor olmaları ayrıca ilginçtir. Hatta “Alice Harikalar Diyarında” oyununda birlikte rol almışlardır). 1971’de yılın şarkısı seçilmiş ve Grammy kazanmıştır. Rolling Stone dergisinin “Gelmiş Geçmiş En İyi 500 Şarkı” listesinde 47. sıradadır.

İlk kez bir TV programında, John F. Kennedy, Robert Kennedy ve Martin Luther King’in görüntüleriyle birlikte yayımlanmıştır (Ki bu üç ismin ortak noktası, öldürülmüş olmalarıdır, “Jefferson yolu” diyebileceğimiz anlayışa yakın isimler oldukları için ortadan kaldırıldıklarına inananlar çoktur).

Simon, şarkının nakarat kısmı için, gospel (ilahi, ağıt) sanatçısı Claude Jeter’in “Mary, Don’t You Weep” şarkısındaki bir dizeden ilham almıştır: “Bana güvenirsen, derin suların üzerindeki bir köprü olurum senin için”. Şarkının gospel türüyle ilişkisi o kadar belirgindir ki, unutulmaz sanatçı Aretha Franklin, ilahi olarak yorumlamış, o versiyon da hayli ilgi görmüştür.

Şarkının sözleri iki ayrı yorumla analiz edilebilir; Jefferson bağlantısı dolayısıyla önce metafizik açıdan yaklaşalım:

“En zor anında
Arkadaşlarına bile ulaşamadığında
Ben yanındayım
Azgın suların üzerindeki bir köprü gibi
Yere uzanacağım”

Sözlerin tamamını göz önüne alarak düşündüğümüzde anlam daha da netleşir: Bana güven, bana inan, o zaman azgın suların (hayatın çalkantıları, sorunlar) seni alıp götürmesine engel olabilirsin, onları aşmanı sağlayacak bir köprüyü bulabilirsin.

Böyle yorumlandığında şarkının mutlulukla ilişkisi şöyle özetlenebilir: İnançsız mutluluk mümkün değildir (Şarkının çok sayıda soul, gospel, caz, country ve reggae versiyonunun bulunması, bu anlamıyla ilişkilidir. Nitekim “Glee” TV dizisinin ruhsallığın önemini vurgulayan bir bölümünde de kullanılmıştır)

Mistik/dini anlamını hesaba katmadan yorumlandığında şarkı yine çok manalıdır, bu kez sevgiye vurgu yapar; içinde şefkat ve koruma duygusunu yoğun olarak barındıran, haliyle istisnasız herkesin ihtiyaç duyduğu bir sevgiden söz eder (Nitekim şarkıda geçen “silver girl / gümüş kız” kelimeleri Simon’ın, saçlarının kırlaşmasına üzülen karısına seslenişidir, sonradan eklenmiştir).

Hıristiyanlar için zaten bu iki anlam iç içedir: Baba (Tanrı), insanlara yardım etsin diye Oğlunu (Hz. İsa) dünyaya gönderdi, ana cümlesi haliyle, Tanrı’nın insanlara ve insanlığa yoğun bir sevgi duyduğu anlamını da içinde barındırır.

Mutluluğun sırrını aramak
Dolayısıyla “köprü” sevgidir, ateistseniz Tanrı kavramından bağımsız olarak düşünürsünüz, Müslümansanız zaten her an Allah’a sığınır, onun sevgisine güvenirsiniz. İnançlı olmasına rağmen, “Baba Tanrı” kavramını makul ve sıcak bulmayan biriyseniz bile, kastedilen türde sevgiyi bilirsiniz.

Çünkü, bilinçaltının işleyiş mekanizması ve kolektif bilinçaltı dolayısıyla şarkının gerçek anlamını (müzikle de iletilen mesajı) siz de tam olarak alıyorsunuz. “Umudunu Kaybetme” filmindeki her ayrıntıyı, her figüranı, her kamera hareketini ya da açıyı, fonda çalınan her şarkıyı “aldığınız" gibi. Thomas Jefferson’ı siz de tanıyorsunuz, zihninizde onunla ilgili hiçbir bilgi olmasa bile.

Egoyla bağlantılı çalıştığı için zihnin kategorilere ayırma, yargılama ve reddetme yetisi ve alışkanlığı vardır.

Bilinçaltı ise sadece alır.

Ruh ise hem her şeyi alır, hem de her sırra, mesela sözsüz müziğin anlamına da vakıftır. O yüzden aslında, “mutluluğun sırrı”nı sadece ego/zihin arar, ruh ise onu dürtükleyerek uyandırmaya, “aslında hiç kaybetmediği” bir şeyi aradığını anlatmaya çalışır.

Müzik ve sinema aynı anda ruha, bilinçaltına ve zihne seslenebildikleri için çok değerli öğretmenlerdir; örneğin bahsi geçen şarkının Zeki Müren yorumunu dikkatle inceleyenler, bir “sırra” erişirler: Düzenleme (özellikle koral bölümler), Müren’in olağanüstü yorumu ve hatta sözlerin bir kısmı, “kimse bilmiyor” önermesini zaten yalanlamaktadır. Mesela “Gün bugün, saat bu saat / Başka türlü yaşanmaz bu hayat” dizeleri mutluluğa giden yolun inşası için kullanılan en önemli araçlardan birine vurgu yapar: Anda kalmak.

“Umudunu Kaybetme”, Chris Gardner’ın bu prensiple ilişkisinin tarihi olarak da okunabilir; mutluluğa erişebilmesi için anda kalmayı da öğrenmesi gerekmiştir…

23 Nisan 2011 Cumartesi

Hep yanımızdalar


Yazacağınız senaryodan hareketle çekilecek filmde melekler nasıl görünecek?

Bu konuda bir öneriniz var mı?

Olmalı mı? Bir başka deyişle, “nasıl görünecekleri” senaristin sorumluluk alanına mı girer?

Bu soruları yanıtlamak için de temel başvuru noktanız “bir cümle” olacak.

“Bir cümle” inşaata başlamadan önce çizilen mimari tasarımdır; yani nasıl bir bina yapmak istediğimize ilişkin bir tarif. Hikayeyi üzerinde yürüteceğiniz ana eksen…

Meleklerle ilgili çok az film bildiğimizden kolaylık olsun diye aşk filmlerinden örnek vereyim: “Love Story / Aşk Hikayesi” ile “Gone with the Wind / Rüzgar Gibi Geçti” arasında dağlar kadar fark var. Çağdaş klasik seviyesine erişmiş Holivud romantik komedileri “Sleepless in Seattle / Sevginin Bağladıkları” ile “Pretty Woman / Özel Bir Kadın” arasında da… “Nuits Blanches / Beyaz Geceler” de aşk hikayesidir, “Son Kuşlar” da, “Before Sunrise / Gün Doğmadan” da; ama -öncelikle senaryoları açısından- birbirlerine o kadar az benzerler ki.

Demek ki bir senaristin “Aşk filmi yazacağım” diye yola çıkması yetersiz bir başlangıç olur; “bir cümle”niz daha geniş bir tarif yapmalı.

Düşünsel yoğunluk
“Beyaz Geceler” çok somut, gerçekçi bir filmdir, sosyolojik ve psikolojik gözlemlerle yoğrulmuştur, ana karakterlerinin yaşadıkları ev ve pansiyonun yoksulluğunu da çizer birkaç fırça darbesiyle. Ona kıyasla örneğin “Özel Bir Kadın” bir masaldır, hem de her şeyiyle.

Çok önemli bir fark daha var aralarında: “Beyaz Geceler” Dostoyevski’nin bilgece ama zarif yaklaşımıyla insanoğlunun aşka duyduğu umutsuz gereksinimin nedenlerini kurcalar. Yani felsefe yapar.

Tam bu noktada, bir konu üzerinde anlaşmamızın zamanı geldi: Başyapıt kabul edilen filmler çok da derindirler. Hangi hikayeyi anlatırlarsa anlatsınlar ele aldıkları konuya felsefi bir yaklaşımları vardır ve bu, hayli yüksek bir seviyededir. Bir başka deyişle büyük yönetmenler olarak anılan Welles, Bergman, Antonioni, Kurosawa, Tarkovski, Kubrick gibi ustalar, sadece yönetmenlik sanatına adamakıllı hakim oldukları için bu mertebeye erişmiş değillerdir.

Örneğin, çeşitli soruşturmalarda “sinema tarihinin en iyi filmi” seçilen “Citizen Kane-Yurttaş Kane”in ilginç özelliklerinden biri de çeşitli analiz yaklaşımlarına olumlu karşılık vermesidir, yani filmi, feminist, materyalist, psikanalist veya varoluşçu sanat kuramlarına göre incelediğinizde, hepsinden de sonuç alırsınız. Amiyane tabirle söylersek öylesine “dolu” bir filmdir, hemen her sahneden, diyalogdan, plandan, değişik yaklaşımlarla birbirinden farklı ama çoğu bir öteki kadar değerli onlarca sonuç çıkarırsınız.

Tam da bu yüzden “Senaryomda melekleri anlatacağım” gibisinden bir “bir cümle” olmaz. Bu cümle sizi fazla ileri götürmez. Ayrıca, yazının başında sorduğumuz (ve benzeri) her türden soruyu “bir cümle” aracılığıyla yanıtlayacağınıza göre ana cümlenizin sağlam bir referans noktası oluşturması gerekir.

Genişletelim: “Meleklerin insanlara yardım etmelerini anlatacağım”.

İlkine kıyasla biraz daha ileri bir adım attınız ama hala yeterli değil, felsefi açıdan eksik. “Yardım ediyorlar da ne oluyor?” sorusunun yanıtı yok.

Şu nokta da çok önemli: Bu ikinci “bir cümle”, bir durumu sergileyeceğinizi söylüyor, oysa başyapıtları incelerseniz gözlemlemekle yetinmediklerini, tespitler yaptıklarını, sorular sorduklarını ve çoğunlukla -kendilerince- yanıtlar verdiklerini görürsünüz.

Hakikaten başarılı bir melek filmi yazmak istiyorsanız, sizin insanları/insanlığı nasıl gördüğünüzü ortaya koymak durumundasınız. Bunu yapamazsanız sadece bir hikaye anlatmış olursunuz.

Binlerce aşk filminin yaptığı gibi.

Öte yanda aşk hikayesi anlatmakla kalmayıp seyircisine aşkla ilgili bir şeyler de öğreten, düşündüren, ruhlarını başka bir düzeyde de etkileyen filmler vardır, başyapıt dediklerimiz.

İnsanları düşündürmenin gerekli olup olmadığını sorgulamanıza gerek yok, seyircinin ne düşündüğü değil, ne derece etkilendiği önemli. Söyleneni anlamayabilirler, ama etkilenirler. Zihinlerinde bir karşılık oluşmayabilir ama ruhları alt üst olur. Önemli olan da bu.

Felsefeye, bu alt üst oluşları elde etmek için gereksiniminiz var.

Felsefe otomatikman oluşan anlam katmanlarını çoğaltır, yani filmi derinleştirir. Çeşitli katmanları anlayabilen seyirci hissettiklerinin yanı sıra düşündüklerinden de etkilenir. Ayrıca filmin katmanları çok sayıda ise aynı seyirciye değişik zamanlarda farklı biçimlerde seslenme imkanı doğar.

Anlam katmanları
Katmanlarla ilgili örneğimiz “Baba”nın açılış sahnesinden: Bir adam Don Vito Corleone’den yardım istemektedir. En sıradan seyirci bile konuşulanları anlar, baş karakterin gücünü, karizmasını görür, etkilenir. Biraz daha ehil bir seyirci her ikisinin de, ama özellikle Don Corleone’nin psikolojisini anlar, temel karakter özelliklerini görür, bunlardan da etkilenir. Çok daha az sayıdaki seyirci, hatta film eleştirmenlerinin bile pek az bir kısmı, ricada bulunan adamın “Amerika’ya inanıyorum” cümlesiyle başlayan (ki bu filmin ilk repliğidir) tiradının anlamını çözer, neden filme konduğunu anlar. O adam çağdaş toplumun yasalarına ve kurumlarına hep güvenmiş bir İtalyan kökenli Amerikalıdır, hayal kırıklığına uğramıştır ve kendine benzeyen insanların ülkelerinden ABD’ye taşıdıkları mafya kurumuna başvurmaktadır. Böylece o sahne filmin, herhangi bir mafya hikayesi anlatmayacağını, mafyanın, çağdaş kurum ve yasaların bıraktıkları boşluktan doğmuş ve besleniyor oluşuyla daha ilk sahneden ilgilendiğini, yani mafyayı ve dolayısıyla ABD’yi tarif edeceğini belirtir. Ve bu tarif (filmin adından belli) insan merkezli, yani psikolojik derinliği üst seviyede olacaktır. İlk sahnede gördüklerinin anlamına tam olarak vakıf olabilen bir seyirci, filmin geri kalanında oluşturulmuş anlam katmanlarını da (en azından çoğunu) anlayacaktır.

Başta sorduğumuz sorulara dönersek… Meleklerin ayırt edici biçimde görünmeleri, film onları insanlarla yan yana gösterecekse gerekli. Örneğin “Berlin Üzerinde Gökyüzü”nün (açılışta ana karakterlerinden birini genel planda gösterirken sırtında kanatların belirip yok olması dışında) film boyunca kullandığı ayırt edici özellik, meleklerin benzer giyimli ve kısa at kuyruğu saçlı olmalarıdır. Böylece bir caddeyi, bir kütüphaneyi gördüğümüzde perdedeki kişilerin hangilerinin melek, hangilerinin insan olduğunu bir bakışta anlarız.

İnsanlarla melekleri yan yana göstermek ise hayatı tarif etmek açısından çok önemli bir bakış açısına yaslanıyor. Bu yazılarda örnek olarak kullandığım filmlerden sadece “Berlin Üzerinde Gökyüzü” meleklerle ilgili “her yerdeler, hep yanımızdalar” türünden bir cümleyi aktarır izleyicisine.

Sizin “bir cümle”niz böyle bir vurgu yapacak mı?

Film+, sayı: 6, Eylül 2005

23 Mart 2011 Çarşamba

72. Koğuş

Uzun yıllardan sonra ilk kez, son derece etkili bir sosyal dram filmi afişlerde. Çoğu filmimizde rastlanan yapmacıklıktan eser yok bu işte.

En sonunda, sinemamızın geleneklerine bilinçle ve samimiyetle sahip çıkan ve belirli bir seviyede başarıya ulaşan bir film yapılabildiği için çok mutluyum…

Sosyal-siyasi dram türü, her dönemde Türk sinemasının ana damarlarından biri oldu. Sinema otoriteleri tarafından seçilen en iyi filmlerimizin listesine bakıldığında bu tür dramların ağırlık kazandığı görülür. Keza, büyük usta kabul edilen üç yönetmenimizin, Lütfi Ö. Akad, Metin Erksan ve Yılmaz Güney’in başyapıtları hep bu türdendir: “Gelin”, “Suçlular Aramızda” ve “Umut” gibi filmler sinemamızın yüz akı olmalarını, biraz da işledikleri insanlık hallerine borçludurlar. Aynı biçimde, sinemamıza yurtdışından en büyük ödülleri kazandıran “Yılanların Öcü” ve “Yol” da bu türden eserlerdir.

Fakat son 30 yıldır sinemamız –toplumsal dönüşüme paralel şekilde- sosyal-siyasi dram türüne sırt çevirdi, bu türden filmler yapıldıysa bile yeterince başarılı örnek çıkmadı. “Babam ve Oğlum”, “Vizontele” gibi son yılların başarılı kabul edilen filmlerinin çoğu komedi-dram türündeydi; drama bu şekilde yaklaşmak daha uygun bulunur hale geldi.

Şimdi, uzun yıllardan sonra ilk kez, son derece etkili bir sosyal dram filmi afişlerde. Murat Saraçoğlu’nun “72. Koğuş”u o kadar başarılı bir çalışma ki, hele de gişesi de yüksek olursa diğer yönetmen ve yapımcılarımıza sosyal-siyasi dram türünün önemi hakkında değerli ipuçları verebilir, ufuk açıcı olabilir.

Filmin başarısında iki önemli etken var: Özellikle teknik alanda hiçbir harcamadan kaçınmayan yapımcı ikili Yavuz Bingöl ve Kerem Alışık’ın ciddi yaklaşımı ve Saraçoğlu’nun yeteneği ve birikimi…

Saraçoğlu hep iyi bir yönetmendi. Ancak önceki filmleri “120”, “O… Çocukları” ve “Deli Deli Olma”da başarının kenarından dönülmüş gibi bir hal vardı. Senaristle ve/veya yapımcıyla tam bir uyum yakalayamadığı, sürece yeterince hakim olamadığı gözleniyordu. Bunu eleştiri olarak söylemiyorum, sadece tespit. Aslına bakarsanız, sinemamızın sağlıklı işleyen bir endüstri olamamasının doğal sonucudur bu; yetenekli yönetmenler bile, sadece senaryo yazmayı değil, yönetmenle uyum içinde çalışmayı da bilen senarist bulmakta zorlanırlar. Proje geliştirmeyi, film tasarlamayı da bilen yapımcı sayısı ise zaten çok azdır. Sinema bir ekip işi olduğu için de bu eksikler yönetmenin belini büker, işine sekte vurur. Saraçoğlu’nun durumu buydu, o yüzden hep bir sonrakinin çok daha iyi olacağını umarak beklemiştim yeni filmlerini.

Bu kez bu durum değişmiş; ilk kez yapım, oyunculuklar ve senaryo Saraçoğlu’nun seviyesine yaklaşabilmiş, bu da filmin başarısını artırmış.

“72. Koğuş” büyük çoğunluğu koğuş, avlu gibi hapishaneye ait kapalı veya duvarlarla çevrili mekanlarda geçen bir film, fakat bunu adeta fark etmiyorsunuz. 1940’lı yılların ağır yoksulluğunu, acıklı insanlık hallerini sergiliyor ve bunu hissettirmeyi iyi beceriyor. Pek çok sahnede seyircinin gözleri doluyor veya yüreği kabarıyor.

Bunun en önemli nedeni ise filmin gerçek bir samimiyetle çekilmesi. Çoğu filmimizde rastlanan yapmacıklıktan eser yok bu işte. Anlaşılan, filme emeği geçen herkes gerçekten yüreğini koymuş ortaya.

Aksayan yerleri var tabii ki, örneğin her iki ölüm de çok kolay, fazla hızlı oluyor. Anlatıcı çoğu bölümde gereksiz, dış ses, perdede gördüklerimizi tekrarlıyor. Bunlar gibi birkaç sorun daha var. Fakat çok da önemli değiller.

Önemli olan, samimiyetle çalışılmış bir sosyal dramın, bu kadar etkili bir filme dönüşmüş olması. Sektördeki tüm aksaklıklara rağmen genç bir yönetmenin bu zor işin altından kalkabilmesi, ve ısrarla, umutla yoluna devam etmesi.

Adını bilmiyorsanız öğrenin; Murat Saraçoğlu yurt dışından önemli ödüller getirecek filmlere de imza atacak.

Yönetmen: Murat Saraçoğlu
Senaryo: Ayfer Tunç (Orhan Kemal’in aynı adlı romanından)
Yapımcılar: Yavuz Bingöl, Kerem Alışık
Oyuncular: Hülya Avşar (Fatma), Yavuz Bingöl (Kaptan), Kerem Alışık (Berbat), Civan Canova (Katil Hilmi), Ayça Damgacı (Ayşe), Nursel Köse (Nedime), Ahmet Mekin (Süleyman), Songül Öden (Meryem), Deniz Oral (Baş Gardiyan), Devrim Saltoğlu (Sölezli).
2011 Türkiye yapımı; 139 dakika
Gösterim tarihi: 4 Mart 2011