Copyright © 2014 - Tamer Baran - Tüm Hakları Saklıdır.
Bu blogta yer alan yazılar (içerik), 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince eser sahibi olan Tamer Baran'a aittir. Söz konusu içerik eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz,yayınlanamaz...

23 Ağustos 2010 Pazartesi

"Rüyalar gerçek olsa"

“Inception”ı felsefi açıdan, ana teması insanın bilinemezliği olan “Citizen Kane / Yurttaş Kane” ve gerçeğin bilinemezliği olan “Rashomon”un yanına koyabiliriz, ama psikolojik ve sinemasal açıdan da onlarla aynı seviyede olduğunu kabul edemeyiz

Sanat eserini sanatçıdan bağımsız ele alamayacağımıza, üstelik “Inception / Başlangıç” Nolan’ın 1998’den bu yana kotardığı ilk tümüyle özgün proje olduğuna göre, filmin eksi ve artılarını yönetmenin kişiliğinden hareketle saptayabiliriz:

Nolan ilk filmi, sonradan "Cinema16: British Short Films" (2003) derlemesine alınan –3 dakikalık- “Doodlebug”dan beri “gerçekliğin(in) tutsağı olan bireylerin” öyküsünü anlatıyor. Bu onun ana teması, buna adeta takıntılı. Ayrıca çok yetenekli, olağanüstü bir zekası var ve kendini zorlamaktan korkmuyor; ana temasını sinema tarihinde örnekleri nadir görülmüş boyutlara taşıyabiliyor: kendi gerçekliğini anlayabilmek ve/veya değiştirebilmek için kendini tanımanın önemi, kendine ait bir gerçeklik oluşturmak, bir yanılsama içinde yaşamak, bilinçli olarak yanılsama yaratmak (sihirbazlık ve sinema), gerçekliği sanat eserine dönüştürmek (yani tekrar yaratmak), gerçekliğin bir parçası olan belleğin yitirilmesi, bir yanılsama kaynağı olarak bellek, bir yanılsama alanı olarak aşk, gerçekliği değiştiren özelliğiyle suçluluk kompleksi ve vicdan azabı, gerçekliği kasten değiştirmenin bedeli, gerçekliği zorlayan koşullar, halüsinasyon ve düşler, gerçekliği –gerçeküstücü denilebilecek bir yaklaşımla- değiştiren insanlar… Daha da uzatabileceğimiz bu liste, toplam 8 filmi olan bir yönetmenden söz ettiğimizi düşünürseniz çok şaşırtıcı ve takdire şayan…

Nolan’ın bir başka kayda değer özelliği ise bir hikaye anlatmakla yetin(e)memesi, seyirciyi, öyküye kendi yorumunu getirmek, adeta yeniden yaratmak için zorlaması. Bu amaçla boşluklar bırakıyor filmlerinde, sadece “açık uç” denen “belirsiz final”lerden söz etmiyorum, filmlerinin hikayelerini “gerçek olay” gibi ele almasını kastediyorum. Gerçekte yaşanmış bir olayın tüm boyutları, olayın kahramanı tarafından bile aydınlatılamaz, belirsiz noktalar mutlaka kalır (tam bir açıklama için kişinin kendisini ve olaya karışan/katkısı olan herkesi çok iyi tanıması ve insanlar açısından hayatın anlamının ne olduğunu bulmuş olması gerekir). Oysa –genelde- sinemacılar, gerçek kişi ve olayları konu aldıklarında bile seyirciye “tam bir gerçeklik” sunmaya özen gösterirler; istisnalar bir yana bırakılırsa filmler, ortalama seyircinin değilse bile, film analizi yapanların çözümleyebileceğinden daha karmaşık değildir. Nolan tam tersi bir yol izliyor, ne kadar popülist ve/veya popüler olursa olsun onun filmleri –bilinçli olarak yaratılmış- belirsizliklerle dolu. Zamanında "Memento / Akıl Defteri"nin uzun uzun tartışılmış olması gibi, şimdi de "Başlangıç"ın finali veya "gerçek" diye sunulan bazı sekansların rüya olup olmadığı tartışılıyor. Üstelik biliyoruz ki yine tam bir netliğe ulaşamayacağız, filme ilişkin geliştirilmiş yorumlardan birini seçmekten öteye gidemeyeceğiz ("Akıl Defteri" ile ilgili bir söyleşide Nolan "Bence izleyicilerin çoğu belirsizliği kabullenmek yerine Teddy'nin anlattıklarının doğru olduğunu düşünmeyi yeğleyecekler" demişti).

Ayrıca uyum yeteneği de çok şaşırtıcı. Bir insan olarak kendi gerçekliğini çözümlemeyi epeyce başarmış olmalı ki, kişiselliğe hiç de prim veremeyen bir sektörde kişiliğiyle doğrudan ilgili projeler yaparak hızla yükseldi. Aslında temel arzusu –gerçekliğin çok önemli bir parçası olan- rüyaları incelemek, bulgularını ve sorularını insanlıkla paylaşmak olmasına rağmen “Başlangıç”ı bir “soygun filmi” olarak tasarlamış (bunu kendisi de söylüyor). Zaten kendi hayalini, Holivud yapımcılarının hayali haline getiremezse rüyaları temel alan bir büyük bütçeli film yapamazdı (Küçük bütçeli bir filmde de rüyaları gerçekte oldukları kadar çarpıcı bir görsellikle işleyemezdi).

Bu temel özelliklere sahip bir yönetmenin sonunda bu filmi yapması çok doğal, öte yandan aynı özellikler yüzünden “Başlangıç” çok şaşırtıcı bir film.

Rüyalar görsel yapıları itibariyle de çok büyüleyici, (özellikle bir sinemacı için), hem de olanca gelişmeye rağmen gizemini koruyor (en azından Batı uygarlığı için). Konuyla ilgili en yeni bilimsel literatürü gözden geçirince, rüyanın falanca aşamasında beynin filan bölgesinin iş yoğunluğunu artırdığını ve benzeri şeyleri tespit ettiklerini görüyorsunuz; ama en temel soru hala yanıtsız, “neden rüya gördüğümüz” hakkında sadece bilimsel önermeler var.

Bu belirsizlik ve kendi düşlerini inceleyerek rüyalar hakkında edindiği bilgilerin Nolan'ı çok etkilediği belli. Ve tabii ki işin bir de “yeni bir evren/gerçeklik yaratmak” kısmı var ki bu da –çoğu sinemacı için olduğu gibi- Nolan için de çok önemli (Rüyalarla filmler arasındaki ilişkinin hep ilgisini çektiğini Sinema'da yayımlanan söyleşisinde söylüyor). Her film yeni bir gerçeklik kurar, daha önce hiç görülmemiş bir evren kurmanıza ise bilimkurgu türü imkan sağlar. Rüya temalı bir bilimkurgu filmi ise benzersiz birkaç evren birden oluşturmanıza imkan verir. Zekasını ve yeteneklerini sonuna kadar zorlamayı seven Nolan’ın, bu imkanı hayata geçirmek için yıllarca uğraşması şaşırtıcı değil (Kendisinin yalancısıyım; tutku ve saplantı temalarını neredeyse her filminde işleyen o).

Rüyalar gerçek olabilir mi?

Tüm bunlar sayesinde filmin hangi açılardan önemli olduğu belirginleşiyor:

1-Rüyalarla ilgili en temel bilgileri, sadece psikoloji ve psikiyatri alanından değil, henüz bu bilim dallarının kanıtlayıp kabul etmediği ama örneğin Tasavvuf ve Şamanizm’de de geçen bilgileri de içermesi (Örneğin bir insanın rüyasına onun tanıdığı biri kılığında girerek rüyayı, dolayısıyla rüya gören kişiyi etkilemek, ona bilgi aktarmak)...

2-Kendi gerçekliğinde tutsak olmuş bir ana kahramanın öyküsü aracılığıyla seyirciye çok güçlü bir ayna tutması (Bu temanın spiritüel açılımı çok uzun bir konu, ama en azından şunu söyleyeyim: Filmdeki bir rüyada Ariadne’in karşılıklı aynalar oluşturması Cobb’un kişisel trajedisini iyi kavramış olmasıyla ilgiliydi. Cobb’un görüntüsünü sonsuz sayıda çoğaltmadan, yani ona asıl gerçekliğini anımsatmadan onu içine sıkıştığı hapishane-labirentten çıkaramazdı. Nolan da filmleri aracılığıyla seyirciye gerçekte kim olduğunu gösteren bir ayna tutuyor).

3-“Gerçek nedir” ve “rüyalar gerçek midir” sorularını geniş yığınların gündemine sokması.

4-Seyircinin gerçeklik algısını sarsması… Özellikle “kentin kendi üstüne katlanması” ve “sıfır yerçekimi” bölümleri, sadece sinema değil, insanlık tarihi için de çok önemli. Ayrıca filmin ana karakterlerinden biri rüyayı gerçek sanarak yaşarken, bir diğeri “gerçek” hayatın da rüya olduğunu iddia ediyor.

Bunlar yeni tezler değil kuşkusuz, özellikle Uzakdoğu kültürü ve İslam yüzlerce yıldır bu bilgiye aşina (Bir hadis-i şerifi hatırlatayım: “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar”).

Yeni ve bu yüzden önemli olan, bilginin geniş yığınlara, çok güçlü bir görsellikle aktarılması, ki bu asla küçümsenmemesi gereken bir şey (Filmin manasına yoğunlaşmaya çalışmak bile uzun bir yazıya kapı açtı, ama bari “rüya içinde rüya içinde rüya” buluşunun ve üç rüyanın paralel işlendiği bölümlerin de seyirci üzerindeki etkisinin çok önemli olduğunu ekleyeyim).

Öte yandan Nolan, yüksek zekasına bu kadar paye vermesinin bedelini her filminde olduğu gibi bunda da ödüyor: Yapıyı sonuna kadar zorlaması, hikayesinin ve ana karakterlerinin gerçeklikleriyle kendi bağının çok azalmasına neden oluyor; akla gereğinden fazla önem atfetmesi, seyircinin perdede gördüklerinden daha fazla büyülenmesi, ama karakterlerin "gerçekliğini" yeterince hissedememesi sonucunu doğuruyor, bunlar da filmin etkisini azaltıyor (seyirci kitlesini oluşturan bireylerin iç dünyasındaki yankılarını kastediyorum). Elmayla armutu kıyaslamak gibi olacak ama, “Başlangıç”ı ne kadar takdir edersem edeyim, tüm o 148 dakikadan örneğin “Dreams”in “Tünel” bölümünden etkilendiğim kadar etkilenmediğimin de farkındayım. Bunun bir nedeni de Nolan’ın -henüz- yalınlığın gücü ile hayal gücünün yaratımlarının çekiciliği arasında sağlıklı bir denge kuramaması.

Bir örnekle ifade etmeye çalışayım: Bu film sadece Cobb'un karısıyla ilişkisini (birlikte rüyalarda evren kurmaları, Mal'ın bununla artık yetinememesi, ölümü vs dahil) ve Adriane'ın onu "tedavi etmesini" anlatıyor olsa, tabii ki ortaya "Başlangıç" kadar görkemli bir eser çıkmayabilirdi, ama daha güçlü ve sarsıcı bir film olabilir, seyirci anlatılan hikayeden ve karakterlerin trajedisinden çok daha fazla etkilenebilirdi.

“Inception”ı felsefi açıdan, ana teması insanın bilinemezliği olan “Citizen Kane / Yurttaş Kane” ve gerçeğin bilinemezliği olan “Rashomon”un yanına koyabiliriz, ama psikolojik ve sinemasal açıdan da onlarla aynı seviyede olduğunu kabul edemeyiz.

Tabii bunda Nolan’ın senarist ve yönetmen olarak henüz büyük ustaların olgunluğuna ulaşamamış olmasının payı büyük.

Henüz çok genç, o seviyeye geleceğini tahmin ediyor ve umuyorum. Çünkü çok ilginç ve değerli bir yönetmen.

Ve bir insan olarak kendi gerçekliğini (ve iç sesinin söylemlerini), Batı uygarlığının ve Holivud’un gerçekliğinden daha fazla önemsiyor.

Ve tüm bu özellikleri sayesinde, rüyaları konu edinen, ama aslında hepimizin içinde yaşadığı gerçekliğe çok “gerçekçi” bir yorum getiren bir film yapabiliyor.

Ağustos, 2010

İleri okuma için:
Rüyalar hakkında geniş bilgi
Film hakkında geniş bilgi ve linkler (İngilizce):
“Rüyalarda buluşuruz” (Fatih Özgüven’in yazısı)
“İşte Rüyaların Filmi” (Mehmet Açar’ın yazısı)
"Rüyalar Gerçek Olsa" (Atilla Dorsay'ın yazısı)
Facebook "Başlangıç" sayfası (çeşitli yazıların linklerini de içeriyor)
Bağımlılık Ve Kelebek: “Rüya” (filmin eleştirisi)

Inception / Başlangıç
Senaryo ve yönetim: Christopher Nolan
Yapımcılar: Christopher Nolan, Kanjiro Sakura, Yoshikuni Taki, Emma Thomas
Oyuncular: Leonardo DiCaprio (Cobb), Joseph Gordon-Levitt (Arthur), Ellen Page (Ariadne), Tom Hardy (Eames), Ken Watanabe (Saito), Dileep Rao (Yusuf), Cillian Murphy (Robert Fischer), Tom Berenger (Peter), Marion Cotillard (Mal), Michael Caine (Miles)
2010 ABD, İngiltere ortak yapımı, 148 dakika
Gösterim Tarihi: 30 Temmuz 2010

6 Ağustos 2010 Cuma

Deney

Clive ve Elsa sinema sever olsalar, içlerine sürüklendikleri maceranın, 90 yıldır filmlere konu olan “Tanrı’nın/doğanın işine burnunu sokan bilim insanı” formülü olduğunu bilecekler. Ayrıca bilecekler ki o formül olumlu sonuçlanmaz


Film kültürü sadece sinemayla ilgili değildir, çok film izlemek kişinin yaşama dair birikimini artırır, bu da ufkunu genişletir, (insan bazen göz göre göre duvara bindirse de) vahim hatalar yapmaktan insanı korur.

“Deney” filmindeki bilim insanlarından söz ediyorum: O ki hayvan ve insan genlerini karıştırıp ortaya bir yaratık çıkardılar, Dren’in zamanı gelince üreme arzusu duyacağını, haliyle en yakındaki erkek olan Clive’a sulanacağını nasıl tahmin edemezler ki? Diyelim ki bilim insanı olarak basiretleri bağlandı, kendi alanlarıyla çok yakından ilgili bir film olan “Species / Tehlikeli Tür”ü de mi izlememiş bunlar? O filmdeki yaratığın (Natasha Henstridge) üreme arzusunu simgeleyen beyaz gelinlikle sokaklarda dolaştığı planları görmüş olsalar, bu kadar vahim hatalar yapmazlardı.

Latife edip konuyu sinemaya bağlıyorum ama aslında bu nokta çok önemli: Çünkü kendi ana karakterlerine aptal muamelesi yapan bir film asla başarılı olamaz... “Deney” de çatır çatır çöküyor çünkü ana karakterleri hem hayat, hem de kendi bilim alanlarında çok cahiller. Daha vahimi, senaristler ana karakterleri doğdukları günden beri kavanoz içinde yetişmiş gibi hayatla tümden ilgisiz insanlar olarak ele almışlar. Bunun nedeni karakterler üzerinde derinleşmemiş, onları gerçekten “yaratmamış” olmaları. Nasıl ki Clive ve Elsa, kendileri imal etmiş olmalarına ve bazen çocuklarıymış gibi sevmelerine karşın Dren’e gerçek bir ilgi göstermiyorlar, senaristler de aynı ilgiyi onlardan esirgemişler.

Bunun film kültürüyle bağlantısı şu: Clive ve Elsa sinema sever insanlar olsalar, içlerine sürüklendikleri maceranın, 90 yıldır filmlere konu olan “Tanrı’nın/doğanın işine burnunu sokan bilim insanı” formülü olduğunu bilecekler. Ayrıca bilecekler ki o formül olumlu sonuçlanmaz, yani Tanrı’nın/doğanın işine karışan, bunun bedelini hayatıyla öder.

Aslında sorun sadece Clive ve Elsa’da değil, yönetmen Natali ve senaryo ekibi de sinema sever değiller galiba. Olsalar 90 yıllık bir formülü, en küçük bir değişiklik bile yapmadan önümüze getirmezlerdi çünkü bilirlerdi ki sinema izleyicisi Clive ve Elsa gibi cahil değildir, 1920 tarihli ilk “Dr. Jekyll and Mr. Hyde”dan beri onlarca filmde aynı formülü izlemiş, ezberlemiştir, üç beş efekt farklı diye “Deney”i bağrına basmayacaktır.

Çünkü “Deney” ne dramaturji alanında, ne de felsefi açıdan yeni bir cümle kurmuyor. Getirdiği tek yeniliğin Brody ve Polley gibi sanat filmleriyle tanınan iki oyuncunun varlığı olduğu söylenebilir.

Fakat onların çabaları da yeterli olmuyor çünkü zaten yaşamayan, derinliksiz, tek boyutlu karakterlerin söz konusu olduğu filmlerde hep aynı sonuca ulaşılır: Hezimet…

Splice / Deney
Yönetmen: Vincenzo Natali
Senaryo: Vincenzo Natali, Antoinette Terry Bryant, Doug Taylor
Yapımcı: Steven Hoban
Oyuncular: Adrien Brody (Clive Nicoli), Sarah Polley (Elsa Kast), Delphine Chanéac (Dren), Brandon McGibbon (Gavin Nicoli), Simona Maicanescu (Joan Chorot), David Hewlett (William Barlow), Abigail Chu (Çocuk Dren)
2009 Kanada, Fransa, ABD yapımı, 104 dakika
Gösterim Tarihi: 23 Temmuz 2010.