Copyright © 2014 - Tamer Baran - Tüm Hakları Saklıdır.
Bu blogta yer alan yazılar (içerik), 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince eser sahibi olan Tamer Baran'a aittir. Söz konusu içerik eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz,yayınlanamaz...

15 Mayıs 2010 Cumartesi

"Yumuşak Ten"

Fakat senaryonun asıl sorunu, senaryo tekniğine damgasını vuran anlayış bakımından Yeşilçam tarzına uygun kotarılmış olması (Zaten filmin “Araya erotik sahneler serpiştirilmiş bir Yeşilçam melodramı” olduğunu söylemek mümkün). Ünlü “7 yaşındaki bir çocuğun bile anlayabileceği kadar basit olması” ilkesinden hiç sapılmıyor; bu da bizim gibi normal seyircilere bıkkınlık verecek kadar sığ bir düzey demek

“Yumuşak Ten” Türk sinemasının sorunlarıyla, son dönemdeki filmlerimizin aksayan yönleriyle ilgili uzun süredir süren tartışmalarda dile getirilen saptamaların ne kadar haklı olduğunu gösteren güzel bir örnek. Birkaçı bir yana, ortalama bir Türk filminde, hemen hemen tüm sinemacılarımızda görülen aksama ya da eksiklikleri “Yumuşak Ten” örneğinden hareketle birkaç maddede toplamak istiyorum. Belki böylelikle, genel bir yazı içinde havada kalan, sinemacılarımıza ulaşmayan kimi düşünceler, örneğiyle birlikte aktarılınca hedefini bulur. Çünkü ne yazık ki bu konuyla ilgili bir sürü yazı yazılmasına rağmen sinemamızda işler hâlâ “eski hamam, eski tas” şiarıyla yürüyor. Yalnız kendimin ya da Antrakt’ta yayımlanan diğer arkadaşlarımın yazılarında değil, Atilla Dorsay’dan Ali Hakan’a, Necati Sönmez’den Uğur Vardan’a hemen tüm sinema yazarlarının yerli film eleştirilerinde ve kriz üzerine kaleme aldıkları yazılarda belirttikleri aksaklıklar, altını çizdikleri yanlışlar filmlerimizde hâlâ duruyor ve korkarım -böyle giderse- bir süre daha duracak…

1. Kötü senaryolar
Ortalama Türk filmlerinin sanırım her dönem sorunu olan kötü senaryolar son yılların en belirleyici özelliklerinden biri... Bir dönem Yeşilçam filmlerinin senaryolarına ağırlıkla imza atan üç beş senarist kendilerine belirledikleri ve seyirci onayından geçmiş çerçevenin dışına çıkmaz, “tuhaf” denemelere girişmezlerdi. Ve her şey bir yana, bir Bülent Oran, bir Safa Önal “profesyonel senarist”tiler; seyirciye neyi nasıl anlatacaklarını ve sınırlarını iyi bilirlerdi.

Şimdilerde onlar kadar profesyonel olmayan yazarların ürünü olan senaryolar var ortalıkta. Daha ilginci yönetmenlerimizin önemli bir bölümü senarist olarak da kendilerini kanıtlamadıkları halde senaryolarını kendileri yazıyorlar. Ve çoğu filmimizde belli bir çerçeve yok, aksine Yeşilçam çizgisinin dışına çıkılmaya çalışılıyor, çoğu hüsranla sonuçlanan yeni denemelere girişiliyor.

“Yumuşak Ten”in senaryosu da yukarıda saydığım özellikleri içeriyor. Profesyonel bir senaristin değil, yönetmeninin imzasını taşıyor ve klasik Yeşilçam filmlerinden ayrıldığı, çerçeve dışına çıktığı bölümler var.

Fakat senaryonun asıl sorunu, senaryo tekniğine damgasını vuran anlayış bakımından Yeşilçam tarzına uygun kotarılmış olması (Zaten filmin “Araya erotik sahneler serpiştirilmiş bir Yeşilçam melodramı” olduğunu söylemek mümkün). Ünlü “7 yaşındaki bir çocuğun bile anlayabileceği kadar basit olması” ilkesinden hiç sapılmıyor; bu da bizim gibi normal seyircilere bıkkınlık verecek kadar sığ bir düzey demek. Her şey, her olgu uzun uzun açıklanıyor; işin kötüsü tüm bunlar, alt tarafı 25 dakikalık bir kısa film olabilecek malzemeden üretilmiş 90 dakikalık bir film halinde sunuluyor. Örneğin Erol başka biçimde kiralık katil bulamazmış gibi filmin bilmem kaçıncı dakikasından itibaren unutturulan Sante Holding meselesi yeniden gündeme geliyor, Erol kendisini öldürmeye gelen katille anlaşma yapıyor. Velhasıl Aksoy, Erol’a bir katil buldurmak için senaryoyu allak bullak ediyor, hem de seyircinin kafasında “Bu adamlar neden şimdi Erol’u öldürmeye çalışıyorlar ki?” gibisinden sorular bırakıyor.

Senaryonun tek sorunu sığ olması değil; felaket diyaloglar da içeriyor: “Her erkeğin başına gelir”, “Unuttuğum duyguları hatırlattın bana”, “Olamaz. Şimdiye kadar her kadın benimle param için birlikte oldu” türünden binlerce Yeşilçam filminde kullanılmış iğrenç diyaloglarla dolu film. Örneğin Duygu Ankara’nın canlandırdığı fahişenin tüm replikleri sinema okullarında kötü diyalog örneği olarak okutulabilir. Kadının “Onu bıkmadan aramalısın. Barda, sinemada, sokakta, her yerde” gibisinden sözlerinden sonra Erol’u çeşitli mekanlara girip çıkarken görmemiz de çok komik. Hiçbir ilginçliği olmayan olayları sıradan bir sinemasal anlatım eşliğinde izlerken bir de bu tip diyaloglar duymak doğrusu büyük işkence.

Bir başka ciddi aksama da girişte: Filmlerimizin önemli bir bölümünün senaryosunda olduğu gibi “Yumuşak Ten”de de böyle bir sorun var; film bir türlü başlamak bilmiyor. Senaryo kişilikleri tanıtıp asıl olaylara girinceye kadar 20 dakika geçiyor.

Bir de tabii karakterlere değinmek lazım. Meral Oğuz’un canlandırdığı karakter biraz çalışılsa hoş olabilecek bir fantezi. Pavyondan Akademide modelliğe, ünlü bir öğretim üyesi ressamla yaptığı evliliğe kadar uzanan bir yaşam öyküsünün son durağı, pavyona düşen bir kadının yaşamını anlattığı romanını yazmak için bir pavyonda üç gün çalışması… Fena halde “Pygmalion” kokan bu öyküyü nereden bulmuş Orhan Aksoy çok merak ediyorum.

Erol ise son derece sevimsiz, soğuk ve netleşmemiş bir kişilik. İlk başta Sante davasında kararlı, ölümü bile göze alan ilkeli bir tavır koyarken sonradan katille anlaşmak için Sante’nin haczini kaldırtmayı teklif ediyor. Bu ikileme sıradan bir insanın cinayet işlemesinin/işletmesinin bu kadar kolay olmadığı bilgisini de eklemek gerekir.

Aslında senaryoda öyle temel sorunlar var ki bu saydıklarım ayrıntı kalıyor. Bir kere böyle bir işadamı tipinin varlığına inanmak çok güç. Sonra o tuhaf kadın karakter, bir sosyete fahişesiyle kurulan dostluk, ansızın çıkıp gelen bir aşk ve “Beni seviyorsan, bu odada, hiç çıkmadan, yemeden içmeden üç gün benimle kalır mısın?” fantezisi… Tüm bunların üzerine kurulu olan film sürprizli olmasına çalışılmış ama vasatı aşamayan bir finale gelip dayanıyor.

“Yumuşak Ten”in senaryosu o kadar kötü ki doğrusu “Sarı Tebessüm”ü aratıyor…

2. Çağdışı bir yaklaşım, cehalet
“Yumuşak Ten”in öyküsü zaten çağın gerisinde, bir zamanların Holivud’unda ya da Yeşilçam’ında rağbet gören bu tür öyküler şimdilerde sadece beşinci sınıf TV ya da video filmlerinde bulunuyor. Aklı başında hiç kimse bu tür öyküleri sinema filmi olarak çekip bugünkü sinema seyircisinin karşısına getirmiyor.

Getirmez de, çünkü bugünkü sinema seyircisinin bu tip filmleri “yutmayacağını”, filmin gişede iki seksen yatacağını biliyor. Seyirci artık o eski “artiz olmak için evden kaçan kız” öykülerini seyretmiyor; komedide de, dramda da, gerilimde de farklı tatların peşinde koşuyor. Bunun ne kadar doğru olduğunu “Yumuşak Ten” tüm o çıplaklık desteğine karşın 30 binin üzerinde seyirci çekmeyince göreceğiz.

Sinemasal anlatım bakımından da çağdışı tarafları var filmin. Özellikle o komik sevişme sahnelerinden bahsetmek isterim. Orhan Aksoy bu sahneleri Holivud filmlerinde sık gördüğümüz gibi olayı değişik anlara bölerek, çok sayıda planı birbiri ardına kurgulayarak kotarmış. Bunda bir sorun yok tabii; dileyen, dilediğini, dilediği gibi çeker. “Yumuşak Ten”de sorun sevişme sahnelerinde kullanılan çağdaş anlatım biçiminin bile çağdışı bir anlayışla ele alınıyor olması. Holivud yönetmenleri bu tür sahneleri kısa planlarla ve hızlı kurguyla veriyor ama bu işin kimi püf noktaları var.

Birincisi Aksoy’un yaptığı gibi kararma-açılma ile değil, kesme ile bağlıyorlar planları birbirine. Böylece iki plan arasında bir boşluk, seyirci açısından da bir kopukluk olmuyor (Kararma bir “bitiş duygusu” verdiği gibi, seyircinin dikkatini biten ve yeni gelen planlara çeker, seyirciden plan değişikliğine dikkat etmesini talep eder; oysa -çok heyecanlı macera sahnelerinde olduğu gibi- sevişme sahnelerinde de seyirci perdede gördükleri aracılığıyla kendisinde yaratılan duyguyla ilgilenme eğilimindedir; yönetmenin çalışmasını irdelemek dürtüsüyle davranmaz. Aslında hiçbir ortalama seyirci filmleri inceleyerek izlemez ya neyse...)

İkincisi Aksoy’un yaptığı gibi plan içindeki hareketi tamamlamıyor, “hareketten kesme” yapıyorlar. Örneğin yakın çekimde kadının erkeğin sırtında dolaşan eli görülüyorsa, el adamın beline gelmeden, daha yarı yoldayken ve hareketliyken plan kesiliyor. Doğal olarak planın uzunluğu, bir başka deyişle hareketin ne kadarının gösterileceği yönetmenin bileceği iş; ama mutlaka hareket tamamlanmadan kesme yapılıyor.

Üçüncüsü bu tür sahnelerde hareket içeren tüm planlarda görünen hareketlerin (bir elin ya da dudakların vücut üzerindeki hareketi, bir başın yana savrulması gibi) belli bir uyumu var. Hareketin kadraj içerisindeki yeri ve yönü bakımından ya birbirlerini tamamlıyor ya da birbirlerine paralel gidiyorlar. Orhan Aksoy ise birbirlerine çok ters, çok ilgisiz planları birbirine bağlamış.

Ve dördüncüsü bu tür sahnelerdeki planların dizilişinde olayın gelişiminin verilmesine özen gösteriliyor. Böyle bir sevişme sahnesi içeren “Ghost / Hayalet” filminde (güzel bir başka örneği Şahin Kaygun “Dolunay” filminde vermişti) planlar bize önce duygusal bir etkileşimi yansıtıyordu. Sonra adamla kadın ayakta öpüşmeye, birbirlerini okşamaya başlıyorlar, ardından da adam kadını yatağa yatırıyordu. O sahnedeki 20-25 plan art arda izlendiğinde yalnızca sevişme eyleminin küçük parçalarını görmekle kalmıyor, eylemin bütününün nasıl geliştiğini de kavrıyorduk. Orhan Aksoy ise birbirinin devamı olamayacak görüntüleri üst üste yığmış, daha doğrusu her bir planı bütün içindeki yeri bakımından sorgulamaksızın başlı başına bir plan olarak düşünüp kotarmış.

Holivud ’un yaygın olarak kullandığı bu biçimin önemli avantajlarından biri de, ünlü oyuncular bu tür çekimlerde sahnenin gerektirdiği çıplaklığa izin vermediklerinden, çok az yerlerini çıplak göstererek gereken erotizm düzeyine ulaşılabilmesi. Sahneyi öyle çekiyor ve düzenliyorlar ki seyirci örneğin Demi Moore’u tümüyle çıplak gördüğünü sanıyor, sırtı, bacağı, boynu gibi “zararsız” yerlerinden başka bir şey görmediği halde. Bu bilginin ışığında “Yumuşak Ten”e baktığımızda tuhaf bir durum olduğu görülüyor: Çünkü Meral Oğuz, Demi Moore gibi kısıtlamıyor kendini, defalarca çıplak görünebiliyor. Sözün kısası Orhan Aksoy da Seçkin Yasar gibi istendiği kadar soyunan bir oyuncusu olduğu halde Holivud’taki meslektaşlarının çok daha kısıtlı çıplaklıkla yaptığı şeyi başaramıyor, oyuncusunun görüntüsünü erotizme dönüştüremiyor.

Filmin çağdışı, hatta ilkel diye niteleyebileceğimiz bir bölümünde Meral Oğuz birtakım yazar isimleri sayıyor. Şöyle bir cümle: “Burada oturup seninle konuşabiliyorsam Dostoyevski, Çehov, Camus, Faulkner, Dickens, Halid Ziya gibi yazarların isimlerini sayabiliyorsam, elim kalem tutup bir şeyler yazabiliyorsam, bu kocam sayesindedir.” Şu repliklere bakar mısınız? Sineması gelişmiş herhangi bir ülkede böyle bir diyalog yazsanız size bir daha senaryo yazdırmazlar. Çünkü tümüyle yanlıştır bu cümle. Bu yazarları okumuş bir kişi, entelektüel düzeyini vurgulamak amacıyla yazar isimleri saymanın ne kadar abuk bir iş olduğunu bilir zaten. Ya “Dünyayı anlamak, yaşamın anlamını ve/veya kişiliğini bulmak” gibi genel bir yaklaşımın sözünü eder ya da dünyası kendisine çok yakın duran bir yazardan bahseder. Bir kitap sergisine baksa görebileceği tüm yazarları “Bak ben bunu da biliyorum” üslubuyla saymak entelektüellik değildir. İşin tuhafı bu repliği içeren bu filmi Swiss Otel’de düzenlenen galaya davetli olan basın, sinema, TV gibi alanlardan gelme, çoğu entelektüel onlarca insan arasında izledik. Orhan Aksoy’un başka kimi Türk sinemacıları gibi, dünyanın başka hiçbir yerinde olmayan, çok bize, bizim sinemamıza özgü ve -“Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni” filminin baş kişisi- Haşmet Asilkan’ın çok iyi temsil ettiği çarpık bir zihniyeti, “Araya bir de galeri falan koyalım, kadın da yazar olsun da enteller filmimizi beğensin” yollu alçakça düşünceyi filmine koltuk değneği yaptığına, böyle bir ilkel köylü kurnazlığı peşinde koştuğuna inanmak istemiyorum; entelektüelliğin böylesine aşağılanması herhalde cehaletin bir sonucu.

Çağdışılık denince, sinemayla ilgilenen herkesin artık ezbere bildiği dublaj sorununa da değinelim. Ekrem Bora’nın hemen tüm konuşmaları araya reklam alınabilecek kadar uzun aralarla kesiliyor. Bunu sufleyle açıklamak kolay ama Meral Oğuz da aynı koşullarda çalıştığı halde çok uzun monoloğu olan bir sahneyi takılmadan, hiç aksamadan tamamlayabiliyor. Sesli çekim yapma olanağınızın olup olmaması başka bir tartışma konusu; ama en azından oyuncularınızdan her sahne için alt tarafı bir iki sayfa tutan repliklerini ezberlemelerini isteyemez misiniz?

Bu yalnızca çağdışılıkla ilgili değil; sinemamızın bir başka özelliğiyle, baştan savmacılıkla da ilgili bir sorun.

3. Baştan savmacılık…
Koşullar ne kadar ağır olursa olsun filmlerimizin sinemamızı eleştirenlere hak verdirten bir başka özelliği, gereken emek ve zamanın harcanmadığının adeta perdede sırıtması. “Yumuşak Ten”de de aynı şeyi görüyoruz. Senaryoya, diyaloglara, karakterlerin geliştirilmesine, dekora, çevre düzenine gerektiği kadar çalışılmamış; filmin tümüne bir kolaycılık hakim. Hatta Orhan Aksoy abartıp birkaç dakika evvel kullandığı planı aynen yeniden kullanıyor. Yazık ki sinemacılarımız popüler sinema ürünlerinin bu kadar kolay oluşturulamadığını öğrenemediler hâlâ. Yeşilçam’ın en önemli ilkelerinden biri olan “mümkün olan en az zamanda, mümkün olan en az harcamayla film yapmak” düsturunu izliyorlar. Çeşitli sinema yazarları, yönetmenler, bunun, seyircinin ve salonların çok olduğu, çok sayıda filme gereksinim duyulan 50’li, 60’lı yıllara ait bir özellik olduğunu defalarca yazdılar, söylediler; dinleyen kim? Bugün de, seyirciler “Türk filmi istiyoruz” diye kapı pencere kırıyorlarmış gibi alelacele film üretme mantığı geçerli. Oysa şimdi her yönetmenin bir projesine ayıracak en az bir yılı var; kimse yılda 3-5 film yapamıyor. Öyleyse o yılın tümünün projeye ayrılması gerekir. 10 günde senaryo yazıp 20 günde çekimleri tamamlayarak ortaya çıkardığınız ürünler ne seyirciye, ne de eleştirmenlere yaranabiliyor. Bir başka deyişle 50’lerin sinemacı kafası, 90’ların seyircisini yakalayamıyor.

Zaten filmlerimizin önemli bir diğer sorunu da popüler olamamaları değil mi?

4. Tecimsel olamamak
“Yumuşak Ten” de son dönem izlediğimiz pek çok Türk filmi gibi seyircisiyle buluşabilecek popüler özelliklerden yoksun olarak kotarılmış. 1989’dan beri “Uçurtmayı Vurmasınlar” ve “Sis”i bir yana bırakırsak İslamcı sinemanın kimi ürünleri dışında sadece iki Türk filmi seyircisiyle buluşabildi: “Amerikalı” ve “Berlin in Berlin”… “Gizli Yüz” ve “Gölge Oyunu” gibi yüksek hasılat yapmasalar da sinema sanatına katkı getiren, nitelikli oluşlarıyla öne çıkan filmlerimizi bu konunun dışında tutmak gerekiyor tabii ki; ama ortalığın ne sanata, ne de gişeye katkı getirmeyen Türk filmleriyle dolu olduğu da bir gerçek. Bir zamanlar tüm Yeşilçam sinemacılarının hemen her ürünleriyle tekrar tekrar başardıkları şeyi şimdi kimse başaramıyor, seyirciyi salonlara çekip “Türk filmleri kötüdür” imajını yıkmaya katkıda bulunamıyor.

Başaramaz da çünkü bugünün sinemacıları ister yeni isimler olsunlar, isterlerse Aksoy gibi daha eski bir kuşağın temsilcisi, seyircinin artık eskisi kadar kolay tava gelmediğini bilmiyorlar. Seyirciyi yakalamanın artık çok zor bir iş olduğunu, kendileri yerlerinde sayarken TV, video ve sinemalardaki filmler sayesinde milyonlarca görüntü izlemiş, binlerce filmin bilgisiyle donanmış seyircinin geliştiğini, farklı ya da çok iyi olanın dışında hiçbir ürüne yüz vermeyen bir noktaya geldiğini bilmiyorlar. 50’lerde çektiğiniz bir filmde seyircinin öpüşme görmesi bile büyük bir olaydı; şimdi İtalyan erotiklerinden Holivud filmlerindeki sevişme sahnelerine, Playboy Late Night Show’dan porno kasetlere kadar yüzlerce filmde sevişme sahnesi görmüş durumdalar; sizin çektiğinizin onu sizin çekmiş olmanız dışında bir özelliği yoksa, benzerlerinin önüne geçemiyorsa neden sizinkini izlesinler?

Sözün kısası -sezon içinde karşımıza çıkabilecek kimi sürprizleri bir yana bırakarak söylüyorum- “Yumuşak Ten”den anladığımız kadarıyla Türk sinemasında hâlâ yeni bir şey yok: Hâlâ kötü senaryolarla, çağdışı yaklaşımın ürünü olan anlatım biçimleriyle, baştan savmacı bir üretim modeline yaslanan, popüler/tecimsel olamayan filmler yapıyorlar…

Antrakt, Sayı: 36, Eylül 1994

Yumuşak Ten
Senaryo ve yönetim:
Orhan Aksoy; Yapımcı: Turgay Aksoy; Görüntü yönetmeni: Aytekin Çakmakçı; Müzik: Can Hakgüder; Kurgu: Mevlut Koçak; Oyuncular: Ekrem Bora (Erol), Meral Oğuz, Duygu Ankara, Meltem Savcı, Abdurrahman Palay, Aydın Tezel, Mahmut Cevher; 1994 Türkiye yapımı, 90 dakika; Yapımcı firma: Penta Film; Dağıtımcı firma: WB.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder