Copyright © 2014 - Tamer Baran - Tüm Hakları Saklıdır.
Bu blogta yer alan yazılar (içerik), 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince eser sahibi olan Tamer Baran'a aittir. Söz konusu içerik eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz,yayınlanamaz...

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Holivud ve öpücüğün anlamı (2)

Görülüyor ki Holivud şiddetin adamakıllı at koşturduğu aksiyon filmlerinin sultasında geçen 80’li ve 90’li yıllarda bile aşkla ilişkisini kesmemişti. Fakat doğrusu bu ilişkinin, “Katil Doğanlar” filminin esas oğlanı Mickey gibi seyircileri tatmin edecek kadar yüksek düzeyde olduğu söylenemezdi

Yazının önceki bölümünde, “Natural Born Killers / Katil Doğanlar” filminden bir repliği önüme almış, “Holivud öpücüğün anlamını unuttu mu?” sorusunun peşine takılmıştım.

Sinemanın, televizyonun yaygınlaşmasıyla birlikte en ucuz eğlence aracı olma özelliğini yitirmesinden sonra, popüler sinemanın Kabe’si Holivud’un televizyon başından koparıp salonlara çekebileceği tek kitle olan gençlere yönelmek durumunda kaldığını, bunu başarabilmek için yeni formüller geliştirdiğini ve giderek bu işte ustalaştığını yazmıştım. Gençlere yönelme stratejisi sinemaya yapısal bir değişiklik getirmiş, vestern, müzikal gibi kimi türler tarihe gömülürken, popüler sinema “hareket” kavramının çevresinde dönmeye başlamış, “action” Holivud’un en gözde türü haline gelmiş, artık öpücük değil, teknoloji daha önemli bulunur olmuş, fakat bu durum da kimi sakıncalar doğurmuştu.

Bilgisayar oyunları gibi diğer görsel araçlar sayesinde görsel algılaması, çok kanallı televizyon ve video sayesinde dramatik belleği hızla gelişen yeni seyirci kitlesinin, filmlerden giderek daha fazla hareket ve teknolojik yenilik talep etmesi, bu en gözde türün handikaplarından biri olmuş, teknolojik gelişmelerin maliyetlere etkisi bütçelerin şişmesine yol açmıştı.

Gençlere yönelmek ve onları tatmin etmek adına macera sinemasını yücelten Holivud’un sorunları bunlarla da sınırlı değil kuşkusuz. Seyircinin yaşının küçülmesinin filmler üzerindeki etkisi önemli sorunlardan biri olarak karşılarında duruyor.

Popüler sinemanın zeka yaşı
Serüven sinemasının yeni seyircinin talepleri doğrultusunda en geçerli tür olması nasıl kaçınılmazsa popüler sinemanın zeka yaşının küçülmesi de o kadar kaçınılmazdı, Holivud sonuçta bu noktaya geldi. Yıllarca yaptıkları teknoloji harikası avantür filmleri -birkaç pırıltılı örnek bir yana- türün şablonlarını yineleyen, gişeye yönelik yapımlar olunca teknoloji aracılığıyla yaratılan görkem duygusundan başka çekici tarafı kalmamış, bu da seyircinin yaşını küçültmüş, ABD’de sinema seyircisinin yaş ortalaması 14-18’e kadar inmişti.

Hareket filmlerinin gelişmesi türün kendi içinde yenilenmesine bağlıydı. Bu da kuşkusuz içerikte Quentin Tarantino, Michael Mann gibi isimlerden, yeni konulardan, Robert Rodriguez’inki gibi üsluplarla öne çıkan biçimsel yenileme çabalarından, teknolojik yenilikten ve her şeyin daha fazlasını kullanmaktan geçiyordu. 14-18 yaş grubundaki seyirci, sınıflandırma yasağı gereği aşırı şiddet içeren hiçbir filmi göremiyor, türü belli bir çizginin üzerine çıkarabilecek filmler, geniş kitleler tarafından zaten izlenmediği için geçerli formüllere dönüşemiyorlardı.

Ayrıca bu seyirci Tarantino gibi isimlerin popüler sinemaya getirdiği değişiklikleri entelektüel birikimi yetmediği için algılayamıyordu. Holivud seyircinin talepleri doğrultusunda davrandıkça filmler düşünsel açıdan hafifliyor, üstelik seyirci giderek daha da fazlasını talep etmeye başlıyordu. “Terminator 2”yi gören bu seyirciye, “Terminator” düzeyinde bir filmi artık izletememek, mutlaka teknolojik yenilikler bakımından da “Terminator 2”yi geçmek zorunda olmak çok ciddi bir handikaptı, nitekim bu olumsuzluğun sonuçlarından biri olarak, filmden çok atari oyununa benzeyen yapımlar çoğaldı.

Geçen ayki Antrakt’ta Uygar Şirin’in de “Aksiyon Sinemasının Bugünü” başlıklı yazısında irdelediği bu ve benzeri sorunlar kuşkusuz ki bu türü tümden bitirmeyecek, fakat ilerlemesini yavaşlatacaktı.

Bu iç nedenler dışında dışarıdan bir etken de söz konusuydu Holivud için, aksiyon sinemasının oturduğu toplumsal zemin, Soğuk Savaş’ın bitmesiyle yok olmuştu.

Maceranın 80’li yılların gözde türü olmasının toplumsal açıdan anlamlı bir tarafı da vardı: 80’li yıllar tüm gelişmiş ülkelerde Yeni Sağ’ın iktidar dönemiydi, ABD’de önce Reagan, ardından Bush’un başkanlık dönemi Yeni Sağcı politikalarla geçmiş, politik yetke ile halk (seçmen) arasındaki en önemli köprülerden biri olan Holivud da buna uygun davranmıştı. Fakat artık dönem Demokratların dönemiydi ve yeni başkan Clinton, Holivud’dan “şiddet filmlerini azaltıp, aile filmlerine ağırlık vermelerini” rica etmişti.

Gelişmiş Batı ülkelerindeki toplumsal ve politik değişiklikler, avantürün üzerine oturduğu zemini biraz daha zayıflattı. Popüler sinema kahraman devlet görevlilerini anlatan filmleri azaltmak zorunda kalıyor. Çünkü seyirci gerek yüzlerce filmde benzerlerini izlediği, gerekse dünyanın filmlerdeki gibi bir yer olmadığını bildiği için ideal kahraman söylemini artık yemiyor...

Yalnızca ABD’de olup bitenler değil, genel olarak dünyanın bir yumuşama sürecine girmiş olması işleri değiştiren önemli bir başka faktör. Seyircinin bilinçaltındaki “kötü”yü temel alan filmler yapmak artık kolay değil. Örneğin Soğuk Savaş’ın bitmiş olması, casusluk filmlerine büyük darbe indirdi.

İki büyük avantür yıldızı Sylvester Stallone ve Arnold Schwarzenegger’in ikişer komedi filmi yapmaları boşuna değil; kafası çalışan herkes bu gelişmelerin farkında ve gelecekte korku, macera, gerilim gibi türlerin geçerli olmayacağını biliyor. Tam da bu nedenle Holivud’un rota değiştirmesi kaçınılmaz.

Yeni rotası ise belli: Aile filmleri ve aşk...

Öpücüğün anlamı
80’li yıllar boyunca popüler sinemanın macera türü dışındaki alanlarında da değişiklikler oldu. Korku ve gerilim sinemasının içeriği boşaldı, giderek birbirine benzeyen örneklerin dışına çıkamaz oldu, tür neredeyse tümüyle çöktü. Komedide ZAZ dışında bir şey neredeyse kalmadı (popüler sinemanın klişelerinin absürd komedinin en önemli kaynağını oluşturacak kadar çok olması da bu türlerin nasıl daraldığının bir başka örneği). Holivud’un avantür dışında elinde kalan garanti türler çocuk filmleri, aile komedileri ve eski salon komedilerinin yeni versiyonu olarak görebileceğimiz romantik komedilerdi ki onlar da aşk teması üzerinden çalışıyorlardı.

70’li yıllar toparlanma, 80’li yıllar ise ciddi biçimde canlanma dönemiydi Holivud için. “Star Wars / Yıldız Savaşları”, “Jaws”, “Die Hard / Zor Ölüm”, “Indiana Jones”, “Lethal Weapon / Cehennem Silahı” gibi, hemen tümü seriye dönüşüp klasikleşen önemli başyapıtların çıktığı 80’li yıllarda aksiyon sineması altın dönemini yaşarken, “Back to the Future / Geleceğe Dönüş”, “Ghostbusters / Hayalet Avcıları” gibi “teknolojik masal” filmleri de hayli popülerdiler.

Ancak 80’li yılların tek özelliği kuşkusuz bu değildi, popüler sinemanın en gözde türlerinin çıkardığı toz duman arasında pek göze batmasalar da farklı arayışların ürünü olan kimi filmler de çekiliyordu. Konumuz “öpücük” olduğundan, 80’li yılların kimi aşk filmlerini hatırlayalım: “Falling In Love Again” (1980, Michelle Pfeiffer); “The Postman Rings Twice / Postacı Kapıyı İki Kere Çalar” (1981, Jack Nicholson, Jessica Lange); “Falling In Love / Geç Gelen Sevgi” (1984, Robert De Niro, Meryl Streep); “Out Of Africa / Benim Afrikam” (1985, Robert Redford, Meryl Streep); “Heartburn / Kalp Ağrısı” (1986, Jack Nicholson, Meryl Streep); “Ironweed / Sonsuz Matem” (1987, Jack Nicholson, Meryl Streep)...

Tüm bu filmleri ve özellikle oyuncularını anımsamamız, Holivud’un neyi denemeye çalıştığını da gösteriyor: Sinemanın en eski ve en geçerli alanlarından birini, aşk filmlerini yeniden yaratmanın, yeni seyirciye de kabul ettirmenin yollarını arıyorlardı. Dönem farklıydı kuşkusuz, bu filmleri yapmanın ve kabul ettirmenin yolu, öncelikle starlardan, uzun yıllar zirvede kalmayı başarmış büyük oyuncuların varlığından geçiyordu. O yüzden Scorsese filmlerinin maço karakterlerinin değişmez oyuncusu Robert De Niro’ya bile aşk filmleri çektiren (hatta “New York New York”u bizzat Scorsese yönetti) Holivud bununla da kalmayıp, büyük oyuncu olmasalar da, belli bir gişe garantisi bulunan yıldızları da aşk filmlerine ya da aşkın önemli bir yan tema olarak göründüğü yapıtlara soktu: Jane Fonda’lı “Coming Home / Eve Dönüş”, Barbara Streisand’lı “The Way We Were / Bulunduğumuz Yol”, yine Meryl Streep’li “Deer Hunter / Avcı” ve “Sophie’s Choice / Sophie’nin Seçimi” gibi filmler bu dönemde yapıldı.

90’lı yılların başında, 80’li yıllarda ağırlığını koyan “teknolojik masal” filmlerinin perde arkasındaki en önemli isim olan Steven Spielberg’den gelen “Always / Daima” ve Jerry Zucker imzasını taşıyan “Ghost / Hayalet”, aşk temasını fantezi ile birleştiriyor, bu arada büyük oyuncuların oynadığı aşk filmleri yapılmaya devam ediyordu: 1991’de Robert De Niro ve Jane Fonda ile “Stanley and Iris”, Al Pacino ve Michelle Pfeiffer’la “Frankie & Johnny” çekildi. “Holivud filmi” kategorisine sokmasak da, Michelle Pfeiffer, Daniel Day Lewis, Winona Ryder gibi starları kullandığı için anımsamamızda yarar bulunan “Age of Innocence / Masumiyet Yaşı”nı, 70’lik erkek oyuncuların yer aldığı iki has aşk filmi izledi: “Bridges Of The Madison County / Yasak İlişki” ve şimdilerde gösterimde olan “Up Close and Personal / Çok Yakın Ve Çok Özel”...

Aşk, ille de aşk...
Bu filmlerin yapılmış olmasının anlamı büyük kuşkusuz, ama aynı dönemde yüzlerce avantürün de yapıldığını unutmamak gerekiyor. 80’li yılların gözdesi aşk değildi; ama Holivud’un aşk filmlerinden çok teknolojik masallara ve aksiyon filmlerine ağırlık verdiği o dönem, popüler sinemanın yeniden yapılanması içinde aşkın çok önemli bir yer tuttuğunu da kanıtlamıştı.

Paradoksal gibi görünen bu sonucu açıklamak için, geçen sayıda verdiğim formülü anımsayalım: Holivud’un uzun yıllar kullandığı şablona göre, gençlerin yüksek düzeyde ilgi göstermesi için bir filmde şu üç özelliğin bulunması gerekiyordu:

1. Macera, hareket, şiddet

2. Çıplaklık, aşk, seks

3. İsyan duygusu

Buradaki ikinci madde, dönemin ve yeni seyircinin özelliği gereği hem vazgeçilmez oldu, hem de tek başına üzerine bir film kuramayacağınız bir öğe olarak kaldı.

Aşk, gişe başarısı için tek başına yeterli değildi, ana teması aşk olan bir film yapıldığında, başarılı olabilmesi için starlara ağırlık veriliyordu. Yeni seyircinin sinema belleğinin gelişkin oluşu, ayrıca diğer sanat dallarından pek çok eserde de sürekli aşk temasıyla karşılaşması, “Love Story / Aşk Hikayesi” gibi aşkı yücelten filmlerin inandırıcılığını azalttığından, bir filmde aşk önemli bir yer tutacaksa bile farklı bir biçimde ambalajlanması gerekiyordu. “Postaci Kapıyı İki Kere Çalar”, “Breathless / Nefes Nefese”, “Nine 1/2 Weeks / Dokuzbuçuk Hafta”, “Body Heat / Vücut Ateşi”, “Bodyguard” gibi örneklerin anlamı tam da buydu.

Aşk popüler sinema için vazgeçilmezdi. Böylece Holivud, sinemanın ilk yıllarından beri bilinen bir formüle yeniden, hatta dört elle sarıldı: Gişe başarısı istiyorsanız, farklı türde bir film yapın, ama içine mutlaka aşk öyküsü katın... Akla “Metropolis”, “On the Waterfront / Rıhtımlar Üzerinde” gibi klasikleri getiren bu çok eski formül, giderek aksiyon filmlerinin de ana trüklerinden birini oluşturdu: Kahramanımız kötülerle mücadele ederken bir kızla karşılaşır, aralarında aşk doğar, filmin sonunda herkes öldüğünde, kızla oğlan el ele günbatımına yürürler... Bu cümlenin içinde iki önemli öğe gizliydi: Kötülerle mücadele, yani hareket ve aşk... Madem ki 80’li yıllar aksiyon yıllarıydı, cümlenin ağırlık merkezi de hareket olacak, ama yanında mutlaka aşkı da taşıyacaktı.

Böylece afişinde kadın oyuncunun da adı yazan avantürlerle karşılaşmaya başladık: Mel Gibson “Lethal Weapon / Cehennem Silahı” filmlerinin ikincisinde Patsy Kensit’le, üçüncüsünde Rene Russo ile aşk yaşadı, Russo “In the Line Of the Fire / Ateş Hattı”nda Clint Eastwood ve John Malkovich’e, “Outbreak / Tehdit”te Dustin Hoffman ve Morgan Freeman’a eşlik etti, vs... Bu formül o kadar yaygınlık kazandı ki, giderek suyu çıkarıldı, ciddiye alınamayacak biçimlerde kullanılmaya başlandı, “Speed / Hız Tuzağı” filminde Keanu Reeves ve Sandra Bullock arasında yeşeren aşk gibi...

Önemli bir örnek: “Cesur Yürek”
“Braveheart / Cesur Yürek”in gerek ülkemizdeki gerekse dünyadaki ciddi gişe başarısını sağlayan etmenlerden biri de, yürekleri titreten o aşk öyküsü değil miydi sizce de? Kuşkusuz ki “Cesur Yürek”e En İyi Film Oskarını veren Akademi üyelerinin tercihlerinde filmin tüm üstün özelliklerinin yanında, sevgilisi acımasızca öldürülen William Wallace’a acımalarının, onun başından geçen iki aşk öyküsünden etkilenmelerinin de payı vardı (İkinci aşkın, 80’li yıllarda Avrupa’dan çıkan bir aşk filminin, en ciddi gişe başarılarından birini getiren “La Boum / Patlarsan Yanarsın”ın yıldızı Sophie Marceau ile yaşanması da ayrıca anlamlı olsa gerek).

Yan öykü olarak kalsa da, dramatik biçimde işlenen bir aşk öyküsüne seyircinin nasıl bir tepki verebileceğini kanıtlayan, bir anlamda pek çoklarının gözünü açan film “Cesur Yürek” oldu. Gerçekten de, ağırlıkla savaş sahnelerine yaslanan bir kostüme filmin, böyle bir gişe başarısına ulaşmasına çok uzun yıllardır rastlanmamıştı.

Yine Mel Gibson’un rol aldığı “Mad Max” serisinde, ya da Schwarzenegger’li “Terminator”, “Predator” gibi serüven filmlerinde “esas kadın” bulunmuyordu. Ama bunlar istisnalardır; yapılacak avantür, andığımız bu birkaç örnek kadar sağlam değilse, örneğin Stallone ile “Cobra”yı yapıyorsanız esas kız mutlaka konmak durumundaydı, çünkü bu en genel formüldü.

Görülüyor ki Holivud şiddetin adamakıllı at koşturduğu aksiyon filmlerinin sultasında geçen 80’li ve 90’li yıllarda bile aşkla ilişkisini kesmemişti. Fakat doğrusu bu ilişkinin, “Katil Doğanlar” filminin esas oğlanı Mickey gibi seyircileri tatmin edecek kadar yüksek düzeyde olduğu söylenemezdi.

Ama artık işler değişti, avantür bir tür olarak ilk çıktığı zamanlarda seyirciyle kurduğu ilişkiyi yitirdi, toplumdan aldığını topluma değişik bir biçimle verme özelliğini kaybetti. Örneğin 1930-40’lı yıllarda gangster filmleri, bu adamları sokakta gören seyirciyi bu dünyanın görmedikleri tarafına, gangsterlerin iç işlerine götürüyorlardı. Şimdi artık şiddet sokağa inmiş durumda. Tecavüz, soygun gibi suçların dakika hesabıyla çetelesinin tutulduğu gelişmiş Batı ülkelerinde, özellikle ABD’de hangi seyirciyi salona çekip, kadınlar tecavüz eden ve öldüren birinin hikayesini izletebilirsiniz ki? Polisin bu suçları önlemeye yetmediğini çocukların bile bildiği bir dünyada, kahraman polis hikayeleri ne kadar geçerli olabilir?

Herkes her gün sokakta şiddetle iç içe yaşıyor, perdede de gereğinden fazla kan gördük, artik kimse daha fazlasını talep etmiyor.

Fakat popüler sinemada seyircinin taleplerine sırt çevrilemez. Holivud seyircinin artık neyi talep ettiğini bulmak zorunda.

Seyircinin yaşamında şiddet yokken, perdede şiddet görmeyi istiyordu, şimdi yaşamımızda romantizmin ne kadar yer tuttuğu çok tartışmalı, ama perdede erotizm ya da şiddetten çok romantizm görmeyi istediğimiz de bir gerçek.

Belki de modern toplumda en çok buna gereksinim duyulduğundan...

Velhasıl önümüzdeki dönemde Holivud filmlerinde daha fazla öpücüğe ve en hasından aşka rastlayacağımızı söylemek kehanet olmayacak.

“Holivud öpücüğün anlamını unuttu mu?”

Hayır, asla unutmamıştı ve şimdi bunu kanıtlamasının zamanı geldi.

Antrakt, Sayı: 59, Ekim-Kasım 1996

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder