Copyright © 2014 - Tamer Baran - Tüm Hakları Saklıdır.
Bu blogta yer alan yazılar (içerik), 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince eser sahibi olan Tamer Baran'a aittir. Söz konusu içerik eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz,yayınlanamaz...

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Holivud ve öpücüğün anlamı (1)

Filmlere artık hemen yalnızca gençlerin gidiyor olması, kimi türleri tarihe gömerken, çoğunun da biçimini değiştirdi, daha çok patlama ve takip sahnesi içeren, teknolojiye daha fazla yaslanan macera filmleri yapılmaya, “öpücüğün anlamı” unutulmaya başlandı

Oliver Stone’un yönettiği “Natural Born Killers / Katil Doğanlar”ın bir sahnesinde Mickey sevgilisi Mallory’ye, televizyonda gösterilen filmlerin düzeysizliğinden yakınır ve ekler: “Holivud öpüşmenin anlamını unuttu mu?”

Mesaj açıktır: Mickey ve Mallory gibi onlarca insanı acımasızca öldüren katiller için bile sinemanın değeri farklıdır, onlar da çoğu insan gibi filmlerden kendilerini eğlendirmesini, güldürmesini ve evet, duygulandırmasını beklerler.

Mickey’ye hak vermemek olanaksız; çünkü, icat olunduğu ilk günlerden beri geçen 100 yıl içinde sinema kuşkusuz çok büyük değişimler geçirmiş, ama seyircinin bir filme verdiği tepki ana çizgileriyle aynı kalmıştır: Hâlâ insanlar film izlerken coşmak, üzülmek, gerilmek, sevinmek, duygusallaşmak vs. istiyorlar. Seyircideki, filmle girdiği ilişki sonucu duygularının değişmesi arzusu bu 100 yıl içinde sinemada belki de aynı kalan tek şey, seyircinin belki en ilkel, ama belki de bu yüzden en güçlü eğilimi…

Dünyadaki en büyük film üretim merkezi olarak Holivud seyirciyi duygulandırmayı iyi becerdiğini, “öpüşmenin anlamını” iyi bildiğini tarihiyle kanıtlar. Ve fakat bugünkü filmlerde Mickey’yi isyan ettirecek denli yoğun şiddetin olduğu, romantizmin unutulmuş gibi göründüğü de doğrudur.

Bu durumun nedenlerini anlamak sinema tarihine bir göz atmayı gerektirir...

Tarih bilgimizi kısaca tazeleyelim: ABD’de 50’lerde ortaya çıkan ama genel olarak tüm gelişmiş ülkelerde 1970’lerden itibaren yaygınlaşan televizyon, seyircinin sinemayla ilişkisindeki en belirleyici özelliği tümden değiştirir: Sinema artık en ucuz eğlence aracı değildir... Çok çeşitli program seçeneklerine sahip bulunan, bu arada sinemanın asıl gücü olan dramatik eserlere de yer veren televizyon, hele de çok kanallı yayına geçişle birlikte sinemanın asla boy ölçüşemeyeceği bir eğlence aracı olmayı başarır. Spor ya da magazin programlarına, haberlere, reality ve talk şovlara yer veren, sinemalara gelmeyen ya da çok eski tarihli olduğu için artık gösterilmeyen sinema filmlerini de sunan televizyon, kısa sürede insanları evlerine hapsetmeyi başarır. Dünyanın tüm gelişmiş ülkelerinde olduğu gibi ABD’de de film üretimi ve seyirci sayısı düşerken, salonlar hızla kapanmaya başlar.

Yaşasın gençler!
Tarih kitapları açıkça anlatır: İşlerin böylesine sarpa sardığı bir ortamda Holivud kurtuluşu, “televizyon egemenliğinden kurtarıp salonlara çekebileceği tek insan türünü”, yani gençleri hedef alan filmler yapmakta bulur. Girişilen hesaplar, “Star Wars / Yıldız Savaşları”nı imzalayan George Lucas ve “E.T.”den “Jaws”a gençlerin bayılarak seyrettiği bir dizi filmi gerçekleştiren Steven Spielberg gibi yaratıcıların da tam bu dönemde film yapmaya başlamalarıyla kolaylıkla gerçekleşir. Bir süre el yordamıyla ilerleyen, yeni döneme ayak uydurmaya çalışan Holivud kısa sürede gençlere seslenen filmler yapmanın ustası haline gelir, durumunu düzeltir, giderek tüm dünya sinemalarına, geçmişte hiçbir zaman egemen olamadığı ölçüde girmeyi başarır. Bugün, Hindistan gibi birkaç özel örnek dışında neredeyse tüm ülkelerde pazarın en kötü olasılıkla %70’ini elinde bulunduran Holivud’un başarısının sırrı burada yatar: Gençleri televizyon karşısından alıp sinemaya çekebilmiş, gençler sayesinde yeniden salonları doldurabilecek bir seyirci kitlesi yaratmayı başarmış tek ulusal sinema endüstrisi Holivud’dur... Başta, sineması devlet eliyle en çok korunan Fransa olmak üzere, diğer ülkelerin sinemacılarının işe yarar çözümler geliştiremeden geçirdikleri uzun yıllar boyunca Holivud gençler için film yapma sanatında ilerler, kendi filmleri için özel bir tür seyirci oluşturur ve bu seyirciyle neredeyse tüm dünyada buluşmayı başarır duruma gelir.

Gençler doğaları gereği anne-babaları gibi evde, televizyon başında oturmaktan hoşlanmazlar. Sinemaya gitmek önemli bir sosyal etkinliktir onlar için, arkadaş grubuyla ya da sevgiliyle gitmenin özel bir anlamı vardır, adeta bir ritüeldir. ABD’de, insanların arabalarıyla film izleyebildikleri drive-in sinemaların yaygın olması ve Amerikan gençliğinin bireysel özgürlüğün simgesi olan arabaya düşkünlüğü, Holivud yapımcılarının giriştikleri hesaplarda kurtarıcı diğer etmenler olarak rol oynamıştır.

Böylece Holivud salon komedilerine, müzikallere, kara filme ara verir, gangster filmlerini modernize eder, genel olarak da “hareket” içeren türlere eğilmeye başlar: Macera, soygun filmleri, polisiyeler, en gözde türler arasına girer, Sylvester Stallone, Arnold Schwarzenegger gibi bu türlerin starlarının yetişmesiyle süreç tamamlanmış, dönüşüm sona ermiş olur. Artık ortalama Holivud filmlerinin şu üç temel özellikten, en az birini içermesi gerekmektedir:

1. Macera, hareket, şiddet

2. Çıplaklık, aşk, seks

3. İsyan duygusu

Bu üç özellik Holivud’un bugün tüm dünya sinemalarındaki egemenliğini de açıklamaktadır. Sinema seyircisini oluşturan gençler bu özellikleri barındıran filmlerden hoşlanmaktadırlar. Filmden filme maceranın düzeyi değişebilir, şiddetin ölçüsü farklılaşabilir, ama önemli olan birinci maddenin yaşama geçirilmesidir. Aynı biçimde, herhangi bir filmde konusu gereği aşk ya da cinselliğe yer verilmeyebilir, öyleyse en azından oyuncuların çıplak görünmesinde yarar olacaktır. Çünkü Holivud gençlerin sinema seyircisinin en ilkel duygularıyla hareket ettiklerini ve fakat yaşları gereği örneğin maceraya, örneğin cinselliğe çok daha açık olduklarını bilir.

İsyan duygusu
Bu üç özellikten en ilginç olanı “isyan duygusu”… “Ben Hur”, “Spartacus” gibi filmler yapan Holivud’un geçmişte bildiği fakat asıl gücünü olasılıkla 68 kuşağından öğrendiği bir kavramdır bu. 60’lı yıllarda, dönemin politik rüzgarları doğrultusunda gerçekten isyankâr, seyirciyi bir şeylere karşı çıkmaya iten, ABD’deki politik sistemin içyüzünü gözler önüne seren “Three Days of the Condor / Akbabanın Üç Günü”, “Serpico”, “All The President’s Men / Başkanın Tüm Adamları”, “Butch Cassidy and the Sundance Kid / Sonsuz Ölüm”, “Bonnie ve Clyde” gibi bir dizi önemli filmi kotaran Holivud, o rüzgarlar dinip de aslına dönme sürecine girince yaptığı onlarca ilerici filmden bir dersle çıkmıştır: Sinema seyircisinin belli bir politik tepki düzeyi vardır ve özellikle kendileri gibi adamların kanuna karşı geldikleri filmleri hararetle bağırlarına basmaktadırlar. Çünkü içlerinde “isyan duygusu” vardır...

Gençler geleceği pek umursamaz, bugünü yaşamak arzusuyla hareket ederler. Gençler aileyi pek umursamaz, bireysel özellikleri ön plana çıkarırlar. Baskıdan, disiplinden hoşlanmaz, başına buyruk yaşamak isterler... Bugün Holivud’un isyan duygusundan anladığı tam da budur: Ana çizgileriyle betimlersek; kuraldışı, serbest yaşayan, kanunlara pek de aldırmayan, fakat özünde iyi bir insan olduğu için önemli suçlar da işlemeyen ve mümkünse topluma, devlete, adalete hizmet eden, aslında örnek diyebileceğimiz karakterler... Yüzlerce örnek verilebilir, gişe şampiyonu filmlerden üç ana karakteri anımsayalım: “Die Hard / Zor Ölüm” ve “Lethal Weapon / Cehennem Silahı” seri filmlerinin Bruce Willis ve Mel Gibson tarafından canlandırılan polisleri ve tabii ki Indiana Jones... Bu karakterlerin üçü de bilinçli Holivud yazarları tarafından gençleri sinemaya çekmek için icat edilmiş şablonlara sıkı sıkıya bağlı kalınarak yaratılmışlardır. Fakat o kadar ustaca çizilmişlerdir ki şablon uyarınca yaratıldıklarına inanmak güçtür. Oysa evliliklerine, yaşadıkları mekanlara, boş zamanlarını nasıl değerlendirdiklerine, kadınlarla ilişkilerine ve en önemlisi kişiliklerine bakın, hepsinde ortak özellikler bulursunuz. Esasında anılan bu filmlerde oynayan üç erkek oyuncunun Willis, Gibson ve Ford’un, dünyaya umursamaz bir tavırla yaklaştıklarını, kendilerine güvendiklerini ele veren o gülüşleri o kadar birbirine benzer ki başka ortak özellik aramaya gerek bile yoktur.

Kahrolsun soğuk James Bond
Kuşkusuz bu özellikler sinemanın yabancısı değildir; 30’lardan 70’lere uzanan dönemde kara film, polisiye, vestern, gangster filmi gibi değişik türlerdeki Holivud ürünlerinde Humphrey Bogart, James Cagney gibi starların canlandırdığı karakterler de benzer özelliklere sahipti, 70’lerden itibaren gelişen dönemin niteliği, bu karakterlerin işlenmesindeki bilinçli tavırda yatar. Aynı başarılı, becerikli, bir ideale hizmet eden, görevi uğruna yalan söylemekten, yasaları ihlal etmekten kaçınmayan, görevi sırasında yaşamdan zevk almayı da ihmal etmeyen karakteri artık daha sevimli bir kılıkla, daha insancıl özelliklere bürünmüş olarak izliyoruz, çünkü gençler bu tarzdan hoşlanıyor ve James Bond tarzı kahramanlığı artık yemiyor...

Sözü edilen bu üç özelliğin nasıl işlediğini tipik bir gişe filmi olan “Total Recall / Gerçeğe Çağrı”ya bir bakarak gözden geçirelim: İsyan duygusu Schwarzenegger’in canlandırdığı karakterde saklıdır, Merih’i kötü adamların elinden kurtarmak için bir mücadeleye girmesi gerekir. Film baştan sona hareket ve şiddetle örülüdür, yüksek teknolojinin de yardımıyla seyirci bu alanda sonuna kadar tatmin edilir. Ve son olarak biri sarışın, diğeri esmer olmak üzere iki kadın kullanılır, Sharon Stone ve Arnold Schwarzenegger arasında geçen heyecanlı yatak sahnelerine, Rachel Ticotin’in yardımıyla, üstü bir nebze kapalı aşk izleği eklenir. Bu eserde cinsellik ve aşk filmin konusu gereği çok kısıtlı yer almıştır, ama vardır.

Sözün kısası bir zamandır Holivud, tümüyle gençlerin isteklerine teslim olmuş, onlar için, onların beğeneceği tarzda filmler yapmaktadır.

Eğer sinema seyircisinin yaş ortalaması 50-55 olsaydı “Terminator 2”nin, “Jurassic Park”ın, “Cehennem Silahı” ve “Rocky” serilerinin gişede nasıl bir sonuçla karşılaşacağını düşünmemiz Holivud’un hesaplarındaki inceliği anlamaya yeterli olacaktır. Sinema seyircisi gençlerden değil yaşlılardan oluşsaydı bu filmlerin hiçbir değeri ve başarısı söz konusu olamazdı, tabii yıkıcı bir mizahın bayraktarlığını yapan “Naked Gun / Çıplak Silah” serisinin de... Yaşlı seyirci, onca gürültü patırtıya dayanamaz, çıplaklık karşısında bağnazlıkla somurtur ya da “doymuş” bir insanın rahat tepkisini verir, “isyan duygusu” kavramıyla açıklanan geleneksel geyiklere ise gülüp geçerdi.

Ne gam! Nasılsa gençler bunları ciddiye alıyorlar ve gişeye para yatıran da onlar.

Değişen üslup
Gençleri sinemaya çekmenin yollarını bulmaya çalışan Holivud bu işin bir nebze gizli kapaklı yapılması gerektiğinin farkına varmıştı. İncelikli bir nokta keşfedilmişti: Gençler kendilerine bir şeyin “kör gözüm parmağına” sunulmasından hoşlanmıyorlardı. Öyleyse aslolan onların hoşlanacağı tarzda filmlerin yapılmasıydı. Gençlik filmleri değil, gençler için tasarlanmış filmler...

Yani temposu yüksek, daha fazla adrenalin salgılanmasına yol açan, gösterişli, görselliğiyle de göz dolduran filmler... 70’li yılların gençleri de, daha önceki kuşaklar gibi aşk filmlerinden hoşlanıyorlardı kuşkusuz, ama “Gone With the Wind / Rüzgar Gibi Geçti” tarzı olanlardan değil, aşkın, belli bir macera düzeyi de içeren bir öykü eşliğinde sunulduğu filmlerden, örneğin “Breathless / Nefes Nefese” ve hatta “9 ½ Weeks / Dokuzbuçuk Hafta” tarzından... Komediden hoşlanıyorlardı tabii ki, ama Buster Keaton ya da Şarlo tarzından değil, ZAZ komedilerinden...

Bu durum sinemayı değiştirdi: Filmler genel olarak aynıydı, hâlâ aynı temalar gözleniyordu, ama tarz değişmişti, üslup farklıydı.

Filmlere artık hemen yalnızca gençlerin gidiyor olması, kimi türleri tarihe gömerken, çoğunun da biçimini değiştirdi, daha çok patlama ve takip sahnesi içeren, teknolojiye daha fazla yaslanan macera filmleri, aşkı, komediyle iç içe pazarlayan romantik komediler, gerilim ve macera türlerini harmanlayan, üstelik uzaya yönelip gençlerin daha çok ilgisini çekecek bir alanda top koşturan “Alien / Yaratık” serisi ve teknolojik cambazlıkların at oynattığı “Yıldız Savaşları”, “Batman”ler, “Jurassic Park”lar, “Predator”lar, “Terminator”lar... yapılmaya, “öpücüğün anlamı” unutulmaya başlandı. Seyircinin çoğunluğunu 14-18 yaş grubunun oluşturduğu bir ülkenin sinemacılarının romantizmin değerine yaslanan filmlerle gişe yapmayı ummaları beklenemezdi zaten...

Artık teknoloji öpücükten daha değerli olmuştu...

Yeni Tanrı: Teknoloji
70’lerden itibaren girdiği yeni mecrada Holivud’un en büyük yardımcılarından biri teknoloji oldu. Bu çok gerekliydi çünkü televizyonla rekabet altındaki sinema filmlerinin küçük ekranın sunamayacağı bir zevki vermesi zorunluydu... Zaten sinemanın televizyona karşı verdiği ilk tepkilerden biri bu yönde olmuş, üç boyutlu ya da örneğin 70 mm. film deneyleri bu rekabetin bir sonucu olarak doğmuştu. ABD’de 70’li yıllarda kısa bir süre yürürlükte kalan ve filmlere yatırılan paranın vergiden düşürülebileceğini öngören yasa, Holivud’a dışarıdan sermaye akışını hızlandırmış, filmlerin bütçeleri yükselmiş, diğer kalemlere kıyasla daha pahalı olan yeni teknolojilerin kullanılması kolaylaşmıştı.

Ticaretin ana kuralıdır: Eğer 300 milyon doları, 20 milyonluk bir yatırımla elde edebilecekseniz, 70 milyon harcamazsınız... Oysa Holivud konu sinema olunca 20 milyon harcamanın yetmeyeceğini, 70 milyona gerek olduğunu öğrenmişti. Çünkü filmler görkemli olmak zorundaydı. Salonlara gelen gençlerin feleğini şaşırması ve bu tadı televizyonda asla bulamayacağını bir kez daha görmesi için... Böylece teknolojik yarış hızlandı, televizyoncular görüntü kalitesini ilerletmeye, ekranın boyutlarını genişletmeye çalışırken, sinemacılar da yeni kameralar, mercekler, yeni ses düzenleri geliştirdiler, koltuğundan perdesine, tüm öğeleriyle sinema salonlarının konforlu, rahat olmasına önem verir oldular. Bugün dolby stereo ses düzeninden, steady-cam ya da Panavision kameralardan söz edebiliyor, hemen her yüksek bütçeli filmde görsel efektlere rastlayabiliyor olmamızın altında, sinemanın televizyon karşısındaki hiç bitmeyen mücadelesi yatar. Üstelik uzay yayınları, kablolu televizyon ve videonun yaygınlaşması, küçük ekranı daha güçlü bir rakip haline getirmiştir...

Böylece 1970’lerde gençler için film üretmeye başlayan Holivud, bu sayede sinema endüstrisini kurtarır, dünyaya egemen olur, ama sinema da giderek bir panayıra, bir şenliğe dönüşür.

Üstelik yeni sorunlar doğmuştur.

70’li ve 80’li yıllar Holivud için altın dönemlerdir ama, 90’lı yıllara girildiğinde bu sektörün karşısında önemli bir mesele vardır. Film sanatındaki ilerleme baş döndürücü bir boyuta erişmiştir ve Holivud bile bu gelişmenin karşısında çaresiz kalmaktadır.

Holivud’un yarattığı Frankenstein
Bu durumun filmlerin içeriği ve biçimiyle ilişkisi var.

Sıradan macera filmlerine daha fazla hareket ve şiddet yüklemek Holivud için çok akılcı bir hesaptır, bir Fransız macera klasiği olan “The Man From Rio / Rio’lu Adam”dan “Indiana Jones”a gelinmiştir, fakat şimdi nereye gidecektir?... Bu tarz macera filmlerini, “Indiana Jones”dan daha hızlı yapabilmek mümkün müdür?

90 dakika boyunca birkaç kişinin öldüğü, bir-iki yerin patladığı macera filmleri yerini “Zor Ölüm”, “Sudden Death / Ani Ölüm”, “Broken Arrow / Kırık Ok” gibi, çoğunlukla 24 saat içinde, çok sayıda mekanda geçen, inanılmaz bir hareket ve şiddet gösterisi olan filmlere bırakır. Peki ya ötesi ne olacaktır? “Kırık Ok”tan daha hızlı, “Batman Forever / Batman Daima”dan daha görkemli, tam 278 kişinin öldürüldüğü “Zor Ölüm”den daha fazla şiddet içeren filmleri kimler, nasıl, hangi parayla yapabilecektir?

Holivud’un çıkmazı burada yatar: “Yıldız Savaşları” çekilirken o günün kısıtlı teknolojisi ışın kılıcı yapmaktan aciz olduğu için, o efektler bildiğimiz floresanlar kullanılarak sağlanmışken, “Jurassic Park”ın yapılabildiği bir teknolojik düzeye gelinmiştir. Soru şudur: Artık kimseye ilkel teknolojiyle yapılmış “Yıldız Savaşları” izletilemeyeceğine göre yeni bir uzay filmi nasıl çekilecektir?

Bu soruların yanıtları kuşkusuz bütçeyle ilintilidir ve Holivud’un diğer çıkmazı burada yatar. “Jurassic Park” yapılabildiğine göre, yeni ve çok daha görkemli bir uzay-macerası da kotarılabilir kuşkusuz, ama bu kez bütçe belki de 200-250 milyon dolar olacaktır.

Böylece Holivud giderek sıkışır; ustası olduğu tarz filmlerin içeriğinde ve teknolojinin kullanımı bakımından biçiminde geliştirdiği düzey bizzat kendisinin düşmanı oluverir. Holivud Frankenstein’ı yaratmıştır ve şimdi, bu güçlü yaratığın karşısında tümüyle çaresizdir...

Nereye kadar?
Seslendiği kitlenin bu tarz numaralara çok yatkın olması, tümüyle görsel kültürde yetiştikleri için daha önceki kuşakların alabileceğinden çok daha fazla görsel malzemeyi alabilmeleri ve çok hızlı gelişmeleri, bir kısır döngü doğurur: “Batman” yapılınca seyirci böyle bir teknolojiyle ilk kez karşılaşır, verilen yetersiz bile olsa sevinçle alır. Aynı filmin ikincisi, üçüncüsü çekildiğinde ise seyirci artık çok daha gelişmiştir, daha görkemlisini, teknolojik açıdan daha gelişkin olanını beklemektedir. “Batman Daima”ya iş yaptırabilmek için teknolojiyi alabildiğine yüklenmek zorunludur.

Holivud film yaptıkça genç seyircisinin görsel düzeyini geliştirir, seyircinin görsel düzeyi geliştikçe Holivud daha görkemli filmler yapmak zorunda kalır... Üstelik bu arada başta bilgisayar oyunları olmak üzere, görsel dünyanın diğer elemanları da boş durmamış, daha da gelişmiş ve seyircinin görsel düzeylerini geliştirmişlerdir... Böylece yeni dönemin niteliği belirlenir: Holivud için artık, örneğin 1990 ile 1995 aynı olamaz, aynı tarz filmler yapılamaz, aradan geçen 5 yıl, sinemanın teknolojisini ve daha önemlisi, seyircinin görsel algılama kapasite ve biçimini geliştirmiştir çünkü.

Holivud film yaptıkça genç seyircisinin görsel düzeyini geliştirir, seyircinin görsel düzeyi geliştikçe Holivud daha görkemli filmler yapmak zorunda kalır...

Peki ama, nereye kadar?...
Antrakt, Sayı: 58, Eylül 1996

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder