Copyright © 2014 - Tamer Baran - Tüm Hakları Saklıdır.
Bu blogta yer alan yazılar (içerik), 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince eser sahibi olan Tamer Baran'a aittir. Söz konusu içerik eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz,yayınlanamaz...

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Hamburger ve Türk filmleri

Türk sineması için destek beklenen ya da Amerikan filmlerine hayran olup Türk filmlerine yüz vermedikleri için eleştirilen o genç insanların, beğenerek izledikleri yabancı filmlerde, onları çeken asıl şey(ler) nedir, biliyor ya da merak ediyor musunuz? Bu genç insanların, harçlıklarından, öğrenim giderlerinden ayırdıkları parayı yatırdıkları o filmleri niçin izledikleri konusunda bir fikriniz var mı? Amerikan filmlerini, örneğin “eğlenmek” amacıyla izliyorlarsa, sizin onları davet ettiğiniz Türk filmlerinde eğlenebilecekler mi?

Burçak Evren’in, Milliyet’in eki Hey’in 1 Haziran tarihli 8. sayısında yayınlanan yazısı, Türk sinemasının sorunları tartışılırken hep kullanılmış bir söylemi yinelemesi bakımından ilgimi çekti. “Yeşilçam Güç Durumda” başlıklı yazının bir yerinde, şöyle diyor Evren: “Sinemamız, özellikle genç seyirciden destek bekliyor. Daha doğrusu onların desteğine ihtiyacı var. Eğer bu ufacık desteği göstermekten kaçınırsak, kendi ülkemizde, kendi filmlerimizi izleme şansını yitiririz. Ve korkarım o çizgiye de geldik.”

Bu tümceler bana, birkaç yıl önce, sinemamızın sorunları yoğun biçimde tartışılırken yayınlanmış kimi yazıları, o yazılarda geçen kimi tümceleri anımsattı. Şizofrengi’de yayınlanan “Gitsinler” başlıklı manifestoyu, Aktüel’de yayınlanan “N’ayır, n’olmuyor!” başlıklı yazıyı ve kimi polemikleri anımsadım. Burçak Evren’in de belirlediği gibi, Türk sinemasının ürünlerine fazla yüz vermeyen genç seyircilerle ilgili, Atilla Dorsay da şunları yazmıştı: “Çok açıktır ki bunalım artık yalnızca bir Türk sineması bunalımı değildir. Söz konusu olan, Türk kültür yaşamındaki bir bunalımdır. Yeni, yepyeni bir genç kuşak yetişiyor. Özellikle büyük kentlerdeki bu genç kuşak, kendi kültürüyle ilgili değil, hiç değil. Türk olan, yerli olan, bizden olan her şey onu ürkütüyor. Hiçbir ‘alaturka’ şarkı dinlemeden, hiçbir ‘Doğu hüznü’ duyumsamadan, doğru dürüst hiçbir Türk romanı okumadan, Yeşilçam’dan gelen hiçbir şeyi izlemeden büyüyor bu kuşak! ‘Bir bahar akşamı’ kimselere rastlamayan, ‘Adalar sahilinde beklemeyen’, ‘melali anlamayan’ bir kuşak yetişiyor. Ahmet Haşim’i de bilmiyor, Nazım’ı da, Yılmaz Güney’i de bilmiyor (merak da etmiyor), Fehmi Yaşar’ın filmini de. ‘Camdan Kalp’e gidenlerin büyük çoğunluğu, orta yaş ve üstü kişilermiş.” (“Sinema değil kültür krizi”, Atilla Dorsay, Cumhuriyet, 21 Aralık 1990)

Türk sinemasının sorunlarını konu alan, arada, genç seyircinin filmlerimize ilgisizliğini de eleştiren bu yazıya, Kürşat Başar yanıt vermişti: “Doğrusu sözü geçen bu kuşak adına konuşabilir miyim bilmiyorum ama, yıllardır dinlediğimiz bu laflardan artık bıkıp usandığımızı da söylemek istiyorum. Bence genç kuşağı ürküten, Türk olan, yerli olan şeyler değil, daha iyisini gördüğü şeylerin kötü kopyalarını kabul etmek zorunda kalmak ve hızla kendinden uzaklaşan dünyaya yaklaşmasını engelleyen şeyleri onaylamak. Onu asıl ürküten bu.” (“Biz beklemek istemiyoruz”, Kürşat Başar, Güneş, 23 Aralık 1990)

Aynı yazıda, kendilerinden destek beklenen gençlerin sinemamıza bakışını çok güzel yansıtan başka tümceler de vardı: “Eğer batan bir şey varsa bunun müsebbibi bu genç kuşak değil, yıllardır bu lafları yazıp çizen, üstelik yıllardır ve özellikle şimdi köşe başlarında durup gençlere kızanlardır. (...) Sinema dalından nasibini almamış bu filmlere niye gidelim? Eğer ticari sinema yapıyorsanız ve kimse gidip seyretmiyorsa, zaten söyleyecek lafınız yok demektir. (Ayrıca, ticari sinema her zaman bir yol buluyor, bir süre seks filmleri, ardından şarkılı-türkülü filmler, şimdi de inanç sömürüsü) Yok ‘sanat filmi’ olduğunu iddia eden, izleyicilerin ‘entel film’ dedikleri şeylerden söz ediyorsanız, bu felâketlerin sinemalara kadar ulaşması bile ne kadar hoşgörülü bir yerde olduklarının kanıtı bence. Kimse insanları roman yazmaya, resim yapmaya, ‘sanat filmi’ çekmeye zorlamıyor. Eğer gerçekten inanıyorsanız filminizi çekersiniz, batarsanız da batarsınız. ‘Ben sanat filmi çektim, neden beni desteklemediniz?’ denmez. Artık çifte standartları bırakmak gerekiyor. Ben, seyircinin önyargılı olduğu kanısında değilim, 90 tane berbat filmine gittikleri yönetmenin 91. filmine gitmemeleri önyargılı olduklarını değil, mazoşist olmadıklarını gösteriyor yalnızca.”

“Neden izleyelim ki?”
Birkaç yıl önce, Ve Sinema dergisi için küçük çaplı bir anket gerçekleştirmiştik, Hüseyin Sönmez ile. Türk sinemasıyla ilgili soruların yer aldığı bu anketi, yüz yüze yapmakta yarar gördüğüm için, çeşitli sinemalara gidip, genç seyircilerle konuşmuştum. Sorular, daha çok, Türk filmlerini hiç izlemeyen, izlemeyi reddeden seyircileri hedefliyordu. “Neden yerli film izlemiyorsunuz?” sorusuna, üniversiteli bir genç kız, “Neden izleyeyim ki? Televizyonda görüyorum; hepsi birbirinin aynı. Üstelik çok basit filmler, başını izleyince devamının nasıl olacağını biliyorsun” yanıtını vermişti.

Bu izleyicinin, dile getirdiği düşüncelerde haklı olup olmadığı tartışılır. Artık Türk sinemasının, genç seyircilerin -sinemalarda gösterilen yerli filmleri izlemediklerine göre- yalnızca TV’de gördükleri eski filmlere benzeyen ürünler vermediği, eskisi kadar basit filmlere pek rastlanmadığı söylenebilir. Burada önemli olan, o genç kız ve benzeri binlercesinin geliştirdiği “Neden izleyelim ki?” tavrı. Bu düşünce biçimiyle yalnızca Kürşat Başar’ınki gibi yazılarda değil, her fırsatta görüşmeye çalıştığım genç sinema seyircileriyle sohbetlerimde de karşılaştım. Bu tavır, sanıldığından çok daha yaygın ve giderek “Türkiye’de iyi film çekilmiyor” yargısına dönüşüyor.

İnsanlar izledikleri tüm filmlerden, her Türk filmi izleme deneyimlerinden, bu yargılarını doğrulayacak veriler elde ediyorlarsa -ki bunun aksini kimse iddia edemez-, Başar’ın söylediği gibi, 91. filmi neden izlesinler?

Gençlerin sinemamıza destek vermesi gerektiğini düşünen yazarlarımızın bu soruya yanıtları belli: “İzlemezseniz, Türk sineması batar. Artık Türk filmlerini hiç izleyemiyor oluruz.”

Gerçekten batar mı? Artık hiç Türk filmi çekilmediği günler gelir mi gerçekten? Türk sinemasının, ne olursa olsun, Avrupa’daki kimi küçük ülkelerde olduğu gibi tümüyle yok olacağına inanmayanlardanım. Yine de, bir an için, filmleri izlemezsek Türk sinemasının gerçekten batacağını düşünelim. Türk filmlerini merak edip izlemeyen seyircinin, bu tehlikeye de kayıtsız kalacağı ortada. Bakın Kürşat Başar -aynı yazının devamında- ne söylüyor: “Bırakalım batsın. Hiç yıkılmayacak sanılan duvarların yıkıldığı, rejimlerin değiştiği bir dünyada Yeşilçam’ı korumak zorunda değiliz biz. Batsın, belki yerine doğru dürüst bir şeyler gelir. Madem genç seyirci sizi izlemiyor, madem genç eleştirmen sizi beğenmiyor, neden biraz da suçu kendinizde aramıyorsunuz?”

“Suç belki de sizdedir...”
“Türk sineması batabilir” uyarısına, sinemamıza destek çağrılarına olumsuz yanıt verenlerden biri de sinema yazarı Ali Hakan olmuştu. 21 Aralık 1990 tarihli Sabah’ta yayınlanan “Elinizi kolunuzu bağlayan filmler” başlıklı yazısında şunları söylüyordu: “Hiç kimsenin, ‘ulusal kültür’ naralarıyla, insanları geriliğe ve çirkinliğe mahkum etme, bunlara razı olmaya çağırma hakkı olmamalıdır! Filmler, Amerikan filmi diye övülüp, Türk filmi diye yerilmemeli, ya da tersi yapılmamalıdır.

Sinema yazılarını belirleyen şey, filmin menşei değil, sinemasal düzeyidir. Türk filmleri seyirci bulamıyorsa, bu, o filmlere gitmeyerek sinir krizleri geçirmekten kaçınan seyircinin değil, bizzat sinemacının sorunudur herhalde! Tartışmanın odak noktası, seyircinin yükselen beğeni düzeyi karşısında, Türk sinemasının gerikalmışlığı olmalıdır artık!”

Görüldüğü gibi, daha yaşlı kuşaktan sinema yazarları (yalnız onlar değil, sinemacılar da) filmlerimize destek vermek gerektiğini söylerken, Kürşat Başar, Ali Hakan gibi genç sinema yazarları bu çağrıya olumsuz yanıt veriyorlar.

Yeşilçam, Darülaceze mı?
Bu tartışmanın çok önemli bir sorusu da şu: Türk sineması için destek beklenen ya da Amerikan filmlerine hayran olup Türk filmlerine yüz vermedikleri için eleştirilen o genç insanların, beğenerek izledikleri yabancı filmlerde, onları çeken asıl şey(ler) nedir, biliyor ya da merak ediyor musunuz? Bu genç insanların, harçlıklarından, öğrenim giderlerinden ayırdıkları parayı yatırdıkları o filmleri niçin izledikleri konusunda bir fikriniz var mı? Amerikan filmlerini, örneğin “eğlenmek” amacıyla izliyorlarsa, sizin onları davet ettiğiniz Türk filmlerinde eğlenebilecekler mi?

Onlardan beklediğimiz nedir gerçekte? Bu soruya, yine Burçak Evren’in yazısında bir karşılık bulabiliriz: “Yaş ortalaması bir hayli genç olan seyircimiz artık Türk filmlerini izlemiyor. Ya da izleme gereksinmesi duymuyor. Çünkü yapılan filmleri beğenmiyor. Kimi zaman ilkel, çağdışı bile bulduğu oluyor. Kuşkusuz genç seyircinin bu tür değerlendirmesinde haklılık payı da yok değil. Ama izlememek ya da kendi sinemamızı küçümseyip önemsememek sonucu neler olabilir, bunu da düşünmek gerek.”

Yani siz diyorsunuz ki, “Bu filmleri beğenmediğinizi biliyoruz, beğenmemekte de haklısınız. Ama yine de desteklemek lazım.”

Birinin, bir başkasından böyle bir özveri beklemeye hakkı olabilir mi? Birisi size, “Şu oyun çok başarısız ama yine de izlemen lazım” dese ne yanıt verirsiniz? “Başarısız bulmakta haklı olduğun bu romanları okumazsan Türk romanı batacak” deseler, mantıklı bulur musunuz bu söylenenleri?

Daha yakıcı bir soru: Yeşilçam, Kızılay mı ki, birilerinin “kerhen” desteği olmazsa yaşayamayacak? Yeşilçam, Darülaceze mi ki, insanların destekleri, varlık nedenini oluşturuyor?

Hayır, sinema, “kan bağışı” gibi bir sosyal yardımlaşmayla ilgisi olmayan bir alan. Bir ürün kotarıp ortaya çıkartıyorsunuz, insanlar da paralarını, zamanlarını ayırarak ona ilgi gösteriyor, ya da ilgisiz kalıyorlar. Ürün sahibinin, şikayet etmeye hakkı olup olmadığı tartışılır; ama hakkı varsa bile, sitem etmekten önce, insanların ürününe neden ilgisiz kaldıklarını araştırması gerekir.

Metin Erksan’ın dediği gibi: “İnsanların sinemayı ne için yaptıklarını bilmeleri gerek. Eğer kendisi için yapıyorsa, gayet namuslu biçimde oturup kendisi seyredecek. Yok insanların seyredeceği filmler yapacaksa, evvela Türk halkının beğenisini bilecek.” (Serhat Öztürk’ün yaptığı “Türk seyircisi sinemasını terketmedi” başlıklı söyleşiden, Güneş, 9 Ocak 1990)

Destek vermeyelim...
Metin Erksan, sinemacıların gereken emeği harcamadan, “havadan” destek beklemelerindeki çarpıklığa değiniyor. Onun düşüncelerinin bir adım ötesini de şu şekilde ifade edebiliriz: “Türk sineması desteklenmemeli.”

Gerçekten de, Türk sinemasını seven, geleceği için kaygılanan insanların, salonlarda gösterime sunulan bu filmleri desteklememeleri gerekiyor. Zaten ilgilerini çekiyorsa, izleyeceklerse, gitsinler; yoksa semtine bile uğramasınlar! “Türk sineması batsın da kurtulalım” mantığıyla söylemiyorum bunu; “taşıma suyuyla değirmen dönmez” mantığıyla söylüyorum. Hem, bu filmler desteklenmezse, sinemacılarımızın asıl destek bekledikleri genç sinema seyircileri, bu filmlere gitmemeyi sürdürürse, sinemacılarımız belki, “Ne yaparız da bu gençleri filmlerimize çekeriz?” diye düşünmeye başlarlar. Seyirciyi dikkate almaya, bunun için de seyirciyi çekecek ve hoşnut bırakacak filmlerin nasıl olması gerektiğini araştırmaya başlarlar.

Kültür Bakanlığı, TV kanalları gibi “yan” desteklerle bu işi daha fazla sürdüremeyecekleri ortada. Bu mantığın zararlı sonuçları da var zaten. Kısaca bu günlerdeki duruma değinelim: Ekonomik kriz dolayısıyla kanallar tasarruf önlemleri aldılar, yerli TV dizileri yapmayı, sinema filmlerine destek vermeyi durdurdular. Yine kriz dolayısıyla Kültür Bakanlığı’ndan da para alamayan sinemacılarımız da mecburen üretimi frenlediler.

Son günlerdeki bu gelişmenin de doğruladığı, “Popüler sinemanın temel direği sinema seyircisidir, filmleri yaşatan odur” gerçeğini bizim sinemacılarımızın da keşfetmesi gerekiyor artık. Seyircilerin, “dışardan ve kerhen” destek vermeleri, bu anlamda, yarar getirmeyecek sinemamıza, aksine krizi daha da uzatacak. Çünkü, devletten ve TV kanallarından aldıkları paralarla, çoğunlukla film salonlarda gösterilmese bile zarar etmeyen yapımcılarımız, seyirci desteğini de alınca (bu destek kerhen de olsa), işler tümüyle yolundaymış gibi davranmayı sürdürecekler. Oysa, daha önce de çeşitli kereler vurgulandığı gibi, Türk sinemasının bu olumsuz alışkanlıklarını terketmesi gerekiyor artık. Ki bunların başında da, “kafalarına göre film yapmak” ve “seyirciyi hiç hesaba katmamak” geliyor.

“Aslan yürekli burger”
Burçak Evren’in yazısında, ilginç bir bölüm daha var. Şöyle diyor: “Ayaküstü, çabucak tüketilip, kimi hazlar aranan hamburger ile doğrudan doğruya damak zevkine seslenen kendi yemeklerimiz arasında ne denli fark varsa, inanın izleyeni beyin tembelliğine zorlayan kimi ucuz ticari Amerikan filmleriyle (tüm Amerikan filmleri demiyorum), belirli bir içtenliği ve sıcaklığı taşıyan ama kimi yetersizlikleri de içeren bizim filmlerimiz arasında o kadar fark var.”

Eğer bu doğruysa, Evren, hamburger yeme alışkanlığındaki gençlere “dolma yeyin” demiş oluyor. İyi de, yerler mi acaba?

Bu cümleler, bana, yaklaşık 1 yıl kadar önce, düzenli olarak birkaç ay boyunca yaptığımız bir dizi toplantıdaki tartışmaları anımsattı. Kimi sinema yazarlarının, senaristlerin, yönetmenlerin ve sinemanın farklı alanlarından gelen başka insanların katıldığı bu toplantılardan birinde, kısa plana dayalı Amerikan anlatım biçimi tartışılırken bir yönetmenimiz, “Yahu” demişti, “McDonalds bize fast-food’u dayatıyor diye, Türk mutfağı ölsün mü? O dolmaların, pilavların tadını unutacak mıyız?”

Bu soruya o zaman verdiğim yanıt, bugün de geçerli: “Bize fast-food’u dayatan McDonalds değil; metropol yaşantısıdır.”

İlginç ve sinema konusundaki tartışmalara da ışık tutabilecek bir fikir alışverişiydi bu: Gerçekten de hamburgeri mi Türk mutfağını mı yeğleyeceğimiz, özünde bizi aşan bir sorun. Metropol bireyinin gündelik yaşamı, insanları artık yemeğe daha az zaman ayırmak zorunda bırakıyor. Bu gereksinim onları çabuk yemeye, yani fast-food’a götürüyor, McDonalds da o noktada bir seçenek olarak beliriyor.

Kaldı ki bize fast-food’u dayatanın McDonalds olduğunu kabul edersek, Türk mutfağının güzide yemeği döneri açıklayamayız. Bu ülkeye McDonalds geleli 10 yıl bile olmadı; ama hepimiz, kendimizi bildik bileli döner sandöviç yemiyor muyuz? McDonalds’dan önce de tost, sosisli sandöviç, hamburger vardı bu ülkede; bugün de, her kentte, her caddede rastlanabilecek küçük büfelerde satılıyor. Satıldığına göre de, herhalde bir talep var.

McDonalds, böyle bir talebi bilen ve ona uygun en gelişmiş çizgide, en üstün teknolojiyle üretim yapan yerin adı. Amerikan kökenli olup olmadığı bu noktada çok önemli değil; önemli olan, gereksinime en uygun çözümü oluşturması.

Hollywood da, bugünün sinema seyircisine, onların istediklerine en yakın, en uygun çözümleri önerdiği için, akın akın o filmlere gidiyor o insanlar. Tabii ki, promosyon ve diğer etkenlerin de katkısı var.

Kaldı ki, üstünlüğü tartışılmaz Türk mutfağının, böyle bir örneklemede, Türk filmleriyle özdeşleşebileceğinden emin değilim. Ne yazık ki, Amerikan filmleri (genel olarak) bizimkilerden daha leziz.

Vatan, millet, Sakarya...
Dolayısıyla, Evren’inki gibi çağrılar, havada kalmaya mahkûm. Önemli olan insanları, “vatan, millet, Sakarya” edebiyatıyla salonlara çağırmak değil, istediklerini vermek. Onların istediği şeyi bulup verdiğinizde, yine de Amerikan filmlerinin yanında Türk sinemasının esamesi okunmazsa, o zaman bir başka sorun var demektir ve bu tartışılır.

Ama şimdi sorun, seyircinin istediği şeyin Türk filmlerinde olup olmadığı.

Buna bir başka sinema yazarının verdiği yanıtı okuyalım: “Türk sineması üretmiyor. Ayağı yere basan, çağdaş/evrensel söylemli, esaslı yapıtlara ‘Motor!’ demenin tutkulu ve inançlı çalışmaları yapılmıyor. Bunun yerine bazı entel barlarda çene çalınıp Yeşilçam’daki yaratıcılık kısırlığına, verimsizliğe ‘Amerikan kültür emperyalizmi Türk sinemasına darbe vuruyor’ etiketli entipüften kılıflar uyduruluyor.

Sen ey Türk sineması. Şu yeni sezona düzeyli ve nitelikli fazla değil, iki film yetiştirememiş isen hiç laf etme. Şapkanı önüne koy düşün. Gevşekliğini, slogancı bahanelerin ardına gizlenmeyi bırak. Çalışıp ürettiklerini çıkar ortaya. Malını görelim ki sanatına, emeğine, yaratıcılığına el ve yürek birliği ile sahip çıkalım. Yabancı film kuşatmasına karşı mücadeleyi kendi yapıtlarımızı savunarak hep beraber verelim.” (“Yeni mevsim dolayısıyla”, Erdal Çetin, Milliyet, 25 Ekim 1990)

Bu yazıda girmediğimiz bir başka konu daha var; “sinemamızda gençleşme gereksinimi”... Ki bu da, yeni seyircinin istediği ve Amerikan filmlerinde bulduğu “şeyin” nasıl yakalanabileceğine ait bir tartışmanın argümanı. Böyle bir yazıyı, bir sonraki Antrakt’a bırakıp, bu bol alıntılı yazının son alıntısını yapayım:

“Genelde Türk filmi çok, sinema salonu yok diyebiliriz. Oysa ki ülkemizdeki sinema salonlarının kapanmaya başlaması son iki yıla özgü bir şey değil. On yıldır bu erozyon sürüyor. Demek ki ana neden yalnızca yerli filmlerin sinema salonu bulamamasından kaynaklanmıyor. Onun da ötesinde gerekli seyirciyi mevcut salonlara çekememesinden kaynaklanıyor. Yerli filmlerle gerekli seyirciyi toplayamayan sinema salonları çoğalsalar da yerli filmlerin seyirci karşısındaki ilgi ölçeği sanırım pek değişmeyecektir. Önce yerli filmleri seyirci çekebilecek bir düzeye getirmemiz gerekecek. Bence esas sorun burada. Yoksa sinema salonlarının azlığında değil.”

4 Ağustos 1989 tarihli Güneş’te yayınlanan “Film çok, seyirci yok...” başlıklı bu yazısından da görüldüğü gibi, bir zamanlar Burçak Evren de bizim gibi düşünüyormuş!..

Ağustos 1994

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder