Copyright © 2014 - Tamer Baran - Tüm Hakları Saklıdır.
Bu blogta yer alan yazılar (içerik), 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince eser sahibi olan Tamer Baran'a aittir. Söz konusu içerik eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz,yayınlanamaz...

26 Mart 2010 Cuma

O yaşlı bilge…

Velhasıl Allen’ın canlandırdığı karakterler için yaşam, şifre sözcüğü asla bilemediği bir bulmaca, hedefe asla ulaşamadığı bir labirent, bitiş noktasını bulamadığı bir yarıştır; kaybetmeye mahkumdur ve hep öyle kalacaktır. “Zelig”deki gibi yaşama ayak uydurmak için hızla değişen, bulunduğu her ortama bukelamun gibi uyum sağlayan biri olsa bile…

Woody Allen’ı ilk kez perdede görmemizin üzerinden tam 32 yıl geçti. 50’li yıllarda skeç yazarı, 60’larda ise stand-up komedyeniydi. 1965’te sinemaya başladı, senarist ve oyuncu olarak birkaç filmde göründü, 1969’da “Take the Money and Run-Parayı Al ve Kaç”la yönetmenliğe geçti.

Bu 32 yılda onu yönetmen, senaryo yazarı ve oyuncu olarak gördük.

Kendi filmlerinin önemli bir bölümünde başrolde olduğu, başka yönetmenlerle de -nadiren de olsa- çalıştığı için Woody Allen denince akla önce oyunculuğu geliyor. Farklı karakterleri canlandırdığında bile diğerlerinden çok ayrı, çok özel oyunculuk çizgisini hep sürdürdüğü için sinema tarihine kendi fiziğiyle özdeşleşen bir karakteri armağan ettiğini söyleyebiliriz: filmlerinde o, New York’ta, mümkünse Manhattan’da oturan, entelektüel bir Yahudi’dir. Sarsak, çokça beceriksiz, yaşamını bir düzene oturtmayı başaramamış biridir; çoğunlukla bir “anti-kahraman”, bir “tutunamayan”, ama mutlaka belli bir aydın çevresinin “sıradan bireyi”dir. Çağıldaya çağıldaya akıp giden yaşam ırmağının kenarında oturup seyreden ve sulara karışıp gidip gitmemek üzerine felsefe yapan kişidir. Sulara karışmaya karar verir ve bunu başarırsa bir çöp gibi sürüklenip gidecektir, bunu bilir ama bazen kendini durduramaz ya da arkadan ittirilir.

Sorular, kuşkular, paranoyalar
Soruları çoktur, yaşamın en temel alanlarında olup bitenleri bir türlü anlayamaz. Kuşkuları çoktur, yaşamla ilgili -zaten çok sınırlı olan- bilgilerinden de şüphelenir. Paranoyaları çoktur, önüne çıkan fırsatın değerinden emin olamaz. Karamsardır, hep bardağın yarısının boş olduğunu düşünür. Tüm bunlar konuşmasına, çeşitli parçacıklara bölünmüş cümleler, yinelenen heceler ve sözcükler biçiminde yansır; yüzünde şaşkın bir ifade, gözlüğüyle oynayarak, elini kolunu sallayarak bir şeylerden şikayet etmeyi sürdürür, son filmi “Everybody Says I Love You / Herkes Seni Seviyorum Der”de eski karısı Steffi ona kadınlarla ilgili seçimlerinin yanlış olduğunu söylediğinde yaptığı gibi…

Kendisine uygun işi asla bulamamıştır: “Bananas / Muz”da yeni icatlar için denektir ve “nesnelerle anlaşamadığı, onlar kendisini sevmediği için” başarısızdır, sarsaklığıyla her şeyi yüzüne gözüne bulaştırır. “Crimes and Misdemeanors / Suçlar ve Kabahatler”de başarısız bir televizyon yönetmenidir, bir felsefecinin yaşamını konu alan belgeselini parasızlıktan bitiremezken, karısının zoruyla kayınbiraderi olan sulu TV komedyeni hakkında yapılacak belgeselin yönetmenliğini üstlenir, adamın gerçek yüzünü ekrana yansıtınca o işten de olur. “Everything You Always Wanted to Know About Sex (But Afraid to Ask) / Seks Hakkında Bilmek İstediğiniz (Ama Sormaya Çekindiğiniz) Her Şey”in öykülerinden birinde esprileriyle kimseyi güldüremediği ve Kraliçe’yle yatmaya kalkıştığı için başı vurdurulan saray soytarısı, “Herkes Seni Seviyorum Der”de ise kitapları ucuz reyonlarda satılan, başarısız bir yazardır.

Başlı başına “tutunmak” kavramını eksen alan, gösteri dünyasına eleştiriler de getiren “Broadway Danny Rose”da ise daha da vahim durumdadır, inanılmaz yeteneksiz bir adam olan, gösteri dünyasının kurallarına kesinlikle ayak uyduramayan, işin kötüsü bu özelliklerini irdeleyip değişmeyi başaramayan Danny Rose karakteri Woody Allen tipolojisinin aksayan tüm yönlerini sergiler.

Ailesiyle ilişkisini bir türlü yoluna koyamamış, bilince erdiğinden beri sürdürdüğü hesaplaşmayı tamamlayamamıştır, ya “New York Stories / New York Üçlemesi”ndeki hikayesinde olduğu gibi annesiyle başı derttedir, ya da -“Radio Days / Radyo Günleri”nde yakından tanıdığımız- ailesi onu Yahudi cemaatine uygun biri olarak yetişmediği için suçlar. Ailesiyle bir sorunu olmadığı zamanlarda da tipik bir Musevi olarak yetiştirilmesinden kaynaklanan aksamaları, modern toplum yaşamı içerisinde eritememenin, Yahudi kimliğinden sıyrılamamanın sıkıntısını yaşar.

Aradığı kadını bulamaz
Kafasına uygun bir kadın asla bulamaz, bulduğunda da ya aşkına karşılık alamaz ya da ilişki çabucak bitiverir. Kim bilir kaç filmde onu kendisini terk etmeye kararlı olan sevgilisini ikna etmeye ya da çok anlaşabileceği bir kadını baştan çıkarmaya çalışırken görmüşüzdür… Sonuç hep aynıdır: Başarısızlık ve yalnızlık… “A Midsummer Night’s Sex Comedy / Bir yaz Gecesi Seks Komedisi”, “Husbands and Wives / Kocalar ve Karılar”, “Broadway Danny Rose” ve “Muz”da olduğu gibi.

Kadınlarla ilişkilerini yoluna koymak için sürekli çaba harcar, hatta işi -“Herkes Seni Seviyorum Der”deki gibi-, hoşlandığı kadının karşısına, kızının casusluğu sayesinde öğrendiği çok özel sırları kullanarak, kadının hayalindeki erkeğin kimliğine bürünerek çıkmaya kadar vardırır; bu da yarar sağlamaz.

Velhasıl Allen’ın canlandırdığı karakterler için yaşam, şifre sözcüğü asla bilemediği bir bulmaca, hedefe asla ulaşamadığı bir labirent, bitiş noktasını bulamadığı bir yarıştır; kaybetmeye mahkumdur ve hep öyle kalacaktır. “Zelig”deki gibi yaşama ayak uydurmak için hızla değişen, bulunduğu her ortama bukelamun gibi uyum sağlayan biri olsa bile…

Yönetmen olarak temel özellikleri, Holivud’daki sinema endüstrisinin kurallarına aldırmayıp kendi istediği tarz filmler yapması, çizgisinden asla ödün vermemesi ve -“Kocalar ve Karılar” gibi çok özel bir örnek bir yana bırakılırsa- sinema dilinde seçiminin klasik anlatıma yakın durmasıdır. Holivud ürünlerinden aşina olduğumuz hareketli kamera ve hızlı kurguyla ilişkisi yoktur, Avrupa sinemasının eğilimlerini benimser. Yazar ve yönetmen olarak çalışmaları da benzer temalar çevresinde dolanır: Yaşamın gizemi ve insan ilişkileri…

Sinemadaki ilk döneminde “Muz” (1971) ve “Seks Hakkında…” (1972), “Sleeper / 200 Yıl Sonra” (1973) gibi çılgın komediler aracılığıyla kapitalist sisteme, aileye, öğrenim kurumlarına ve ticari sinemaya acımasız eleştiri okları yollamış ama giderek komediden uzaklaşmıştır. “Stardust Memories / Stardust Anıları”nda bu tavrının nedenini, kendisinin oynadığı bir film yönetmeninin ağzından açıklar: “Artık komik filmler yapmak istemiyorum çünkü artık gülemiyorum. Çevreme baktığımda yalnızca acı çeken insanlar görüyorum.” Aynı yönetmen “halkın kendisine bayıldığı” söylendiğinde “Bugün bayılıyorlar… Yarın burnumu kırarlar” yanıtını verir.

Çok karakterli yumuşak öyküler
Böylece Woody Allen’ın ikinci dönemi başlar; seyirci/halk ve toplumun değişmesi onu ilgilendirmemektedir artık, daha doğrusu sanatın toplumsal dönüşüm sürecinde sınırlı bir rolü olduğunu anlamıştır. Bakışlarını toplumdan alır, kendisine çevirir, kendisini ilgilendiren az sayıda temanın örüldüğü, çoğunlukla çok karakterli, “yumuşak” öykülerden oluşan “Herkes Seni Seviyorum Der” formatında filmler yapmaya başlar. Araya “September / Eylül” (1987) ve “Interiors / İçerdekiler” (1978) gibi komediyi tümüyle dışlayan dramlar girse de asıl çizgisi, çeşitli yaş ve sosyal çevrelerden bir dizi kahramanın, “sıradan” insanların yaşam karşısında tutunma ve mutlu olma çabalarını konu alan filmler olarak belirlenir. Nostaljik tavrıyla sivrilen “Radyo Günleri”, ilk kez müzikal türünü denediği “Herkes Seni Seviyorum Der” ve polisiye filmlerin temel trüklerini kendine özgü mizahıyla harmanladığı “Manhattan Murder Mystery / Bir Cinayet Sırrı” (1993); “Hannah and Her Sisters / Hannah ve Kızkardeşleri” (1986) gibi başyapıtlar verdiği bu çizginin tipik örneklerindendir.

Bazense belli bir karakteri, belirli bir durum içerisinde gösteren, çoğunlukla bir iç hesaplaşmayı eksen alan, ama komediyi dışlamayan filmler yapar, “Alice” (1990) ve “Another Woman / Bir Başka Kadın” (1988) gibi.

Bu formattaki filmlerin çoğunda sanata, sanatçılara değinmeyi sever. Birkaç filminde ana karakterler arasında TV ya da sinema yönetmenleri vardır; terapi gören hastaları olduğu gibi psikiyatrlar, yazarlar, radyocular, tiyatrocular, komedyenler ve oyuncuları da ana karakterleri arasında görmekten hoşlanır.

Tüm bu filmlerin ortak özellikleri New York Yahudi Mizahı denilen komedi türünün özel bir alanını oluşturmalarıdır. Belirgin temalar (aşk, evlilik ve seks, yalnızlık, mutluluk arayışı, Yahudilik dini ve cemaati, aile, iş yaşamı ve özellikle başarı kavramı), Woody Allen tarzı entelektüel espriler ve durum komedisiyle yoğrularak işlenir. Bakışı çok yumuşaktır artık, “Zelig” ya da “Seks Hakkında…”daki sert tavrı kaybolmuştur, yıkıcı bir mizahı pek yoktur, kendisine garip gelen şeyleri seyirciyle paylaşmak ve film çekerek düşünmek arzusu hakimdir. İlginç bulduğu karakterleri tuhaf durumlar içine sokar, çıkan sonucu bize gösterir; inanmak, benimsemek, eleştirmek, düzeleceğini ummak, değişmesi için çaba harcamak ya da kayıtsız kalmak seyircinin sorunudur.

Woody Allen üzerine düşeni yapmış, 25 yıldır çeşitli örneklerini verdiği bu çok sevdiği formattaki filmlerine yeni bir tanesini eklemek için yaşlı bir bilge gibi bir kenara çekilip düşüncelere dalmıştır.

Yeni Ufuk Sinema eki, Sayı: 2, 28 Haziran 1997

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder