Copyright © 2014 - Tamer Baran - Tüm Hakları Saklıdır.
Bu blogta yer alan yazılar (içerik), 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince eser sahibi olan Tamer Baran'a aittir. Söz konusu içerik eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz,yayınlanamaz...

26 Mart 2010 Cuma

Bir film nasıl açılır?


Benzeri nedenlerle sinemacılar da daha açılış planlarından başlayarak seyircide kaçırılmaması gereken bir seyirlik sundukları izlenimini yaratmaya çalışıyorlar. Çağdaş Hollywood filmlerinin (komediler gibi türü gereği bu ihtiyacı duyanlar hariç) büyük bölümünün bolca gürültülü, adeta şok edici sahnelerle açılmasının en önemli nedeni bu

Filmin baş kahramanı sabah uyanır, yaşadığı ortamı, ailesini tanırız. İşe gider, örneğin otobüsle, elinde sefer tasıyla. Arkadaşlarını evden çıkar çıkmaz görmediysek, iş yerinde onları da tanırız. Ve tabii ki patronunu, aşık olduğu kızı, varsa nişanlısını vs.

Bu açılış sekansını belki onlarca Türk filminde izlemişsinizdir.

Eskiden adet böyleydi; hikayeye girmeden evvel ana karakterler tanıtılırdı, aksi halde seyircinin öyküyü yeterince anlayamayacağı düşünülürdü. Bir insanı en kestirme tanıtma biçimi de yaşadığı ortamı göstermekti kuşkusuz. Diğer önemli karakterler de açılış sekansı boyunca gösterilir, birbirlerine “ağabey”, “anne” vb. sözcüklerle hitap etmelerinin yanı sıra seyircinin ilişkileri en kestirme biçimiyle anlaması için tipik anlar resmedilirdi: İyi yürekli annenin adeta okşayarak kızını okula gitmesi için uyandırması veya delikanlının utana sıkıla babasından harçlık istemesi gibi.

Aslında bu, ülkemize özgü bir tutum değildi, dünya genelinde eski filmlerin çoğu karakter tanıtımıyla başlardı. Türk sinemacılarının bu konudaki farkı şablonlara çok daha fazla başvurmak zorunda kalmalarıydı, Yeşilçam’ın o dönemki imkanlarını çok aşan talep yüzünden filmler çok hızlı yazılıyor ve çekiliyordu. Seyircinin de Batılı örneklere kıyasla daha cahil oluşu şablonları cazip kılıyordu: ilk sahnede ana karakter (çoğunlukla da çalar saatin sesiyle) uyanır, bunu takip eden sahneler ise kahvaltı, evden çıkış, işe gidiş, işyeri biçiminde düzenlenirdi. Diğer ülkelerin sinemacıları, örneğin Hollywood’takiler de açılışta karakter tanıtımı yaparlardı ama yaşantısının herhangi bir bölümünü, karakteri iyi anlatabilecek bir anı resmederek…

Herkese seslenmek
Bir büyük ustadan, her büyük usta gibi filmleri eşsiz senaryo dersleri de içeren Alfred Hitchcock’tan örnek verelim: “North By Northwest / Gizli Teşkilat” (1959) ana karakter Roger Thornhill’in (Cary Grant) işyerinden çıkışıyla başlar, caddeye yürürken sekreterine talimatlar yağdırır, sorularını yanıtlar, bir otele gider, arkadaşlarıyla buluşur, içki içerken küçük bir yanlışlık yüzünden kim olduğunu bilmediği kişilerce kaçırılır. Tüm bunlar olurken Roger’ın zeki, espritüel, hızlı yaşayan, kendini çokça beğenen ve fazlasıyla güvenen bekar bir reklamcı olduğunu anlamışızdır.

Bu açılış biçimini dönemin koşulları belirlemişti: Sinema en ucuz eğlence aracıydı, filmler, her yaş ve kültür seviyesinden insana hitap edebilecek tarzda tasarlanmaya çalışılırdı.

Televizyon yaygınlaştıktan sonra sinemanın izleyicisi de değişti; şimdi ağırlık gençlerde, sinema seyircisinin büyük çoğunluğunu ABD’de 14-18, ülkemizde ise 18-24 yaş grubu oluşturuyor ve bu seyircinin büyük çoğunluğu da öğrenci. Artık sinemacılar –genele kıyasla- daha zeki ve eğitimli bir seyirciye hitap ettiklerini biliyorlar; tam da bu yüzden örneğin hikayeyi anlatmaya başlamadan evvel karakterleri tanıtma gereği tarihe karıştı.

Bu yöntemi hala uygulayan filmler çıkıyor kuşkusuz: “Fight Club / Dövüş Kulübü”, “Romeo is Bleeding / Aşk Bir Fahişedir” ve “Jerry Maguirre” gibi. Bu üç film de dış ses/anlatıcı eşliğinde ana karakterin yaşamından bölümlerin verilmesiyle başlar. Fakat bu açılış sekansları, -dönemin koşulları gereği- hızlı kurgulanmış çok daha fazla plan ve sahneyi içerirler, dolayısıyla eski örneklere kıyasla daha karmaşıktırlar. Çağdaş sinemacılar bu eski yöntemi, yeni bir anlayışla da olsa kullanırken seleflerinin ilgilenmediği bir ereğin de peşindeler: Tavırlarını ortaya koymak (örneğin baş karakterle veya hayatın başka öğeleriyle dalga geçmek), seyircide “özel bir film” izlediği hissini uyandırarak saygısını kazanmak… Ve bazı örneklerde ise, bir karakterin yaşamından anları yakalayarak çağdaş metropol yaşantısının resmini çizmek gibisinden anlamlı çabalar…

Çünkü çağdaş sinema seyircisi, önceki kuşaklara kıyasla çok daha fazla görüntü izliyor, belleği milyonlarca resimle dolu, izlediği görüntüleri daha çabuk algılıyor. Salonda –para vererek ve özel zaman ayırarak- izlediği filmlerin, hafızasındaki (ve TV’deki) benzerlerinden üstün olmalarını bekliyor, öncelikle senaryolarıyla…

Açılışlar artık çarpıcı
Filmi karakterleri tanıtarak açma eğiliminin önemli bir nedeni daha vardı eskiden: Seyircinin yerine yerleşmekle uğraştığından ilk sahneleri kaçırabileceği düşünülürdü, çok önemli, kaçırılırsa filmin devamını izlemeyi/keyif almayı zorlaştıracak sahneler konmazdı açılışa, artık –en azından uygar ülke ve bölgelerde- film başladıktan sonra salona seyirci alınmadığı için- böyle bir kaygı güdülmüyor, fakat açılış sahneleri –üstelik eskisinden çok daha- çarpıcı olmak durumunda. Salondaki seyircinin daha en baştan etkilenmesi, filmin havasına girmesi, küçük ekran karşısındaki izleyicinin ise kanal değiştirmemesi için… Artık televizyon (sinemanın çocuğu) en ucuz eğlence konumunda ve sinemaya kıyasla olağanüstü bir çeşitlilik sunuyor: yarışma ve sohbet programları, spor karşılaşmaları ve envai çeşidinden drama (eski filmler, çeşitli türlerde yapılmış onlarca TV dizisi) gibi... Özellikle gelişmiş ülkelerde herhangi bir programın onlarca alternatifi var, kanalların seyircinin kaçmasını önlemek için takla atmaları bu yüzden.

Benzeri nedenlerle sinemacılar da daha açılış planlarından başlayarak seyircide kaçırılmaması gereken bir seyirlik sundukları izlenimini yaratmaya çalışıyorlar. Çağdaş Hollywood filmlerinin (komediler gibi türü gereği bu ihtiyacı duyanlar hariç) büyük bölümünün bolca gürültülü, adeta şok edici sahnelerle açılmasının en önemli nedeni bu.

Örneğin (“Leon”da Luc Besson’un yaptığı gibi), kahramanımızı asıl hikayeyle bağlantısı olmayan bir iş üzerinde gösteriyorlar, seyircinin silahlar ve/veya bombalar patlar, kan oluk oluk akarken ana karakterin cesaretini, becerisini, zekasını görüp etkilenmesini arzu ediyorlar. Çünkü bu öğeler üzerine inşa ettikleri bir ürünü sunuyorlar. Çok önemli ikinci amaç ise filmin gerek senaryosu, gerekse havası bakımından küçük bir özetini sunmak: 3 filmi de bu türden açılışlara sahip “Indiana Jones / Kamçılı Adam” serisi çok güzel bir örnek; açılış sekansları şu kavramları beynimize işliyor: Heyecan, tehlike, gizem, “kutsal” bir görev, kararlılık, cesaret vs.

Üç filmde de açılış sekansları benzer öğeler üzerine inşa edilmiştir; buna rağmen ikinci film diğerlerine kıyasla belirgin biçimde zayıftır, açılış sekansı, vasat bir seyirlikle karşı karşıya olduğumuzu belli eder, en azından bir “Indiana Jones” filmi için. Yönetmen, yapımcı ve başrol oyuncusu diğer iki filmle aynı olduğuna göre bu zayıflığın asıl nedeni senaryo olsa gerektir (ki öyledir).

Pekala soru şu: İkinci filmin tamamını diğer ikisiyle kıyasladığımızda çok daha zayıf olduğunu görürüz, bu zaten genel kabul gören bir görüş. Bu zayıflık, filmin her yerine sinmiştir, dolayısıyla açılış sekansında da tespit edilebilir. Fakat o açılışta ne sorun var ki, o birkaç dakikayı izlediğimiz anda vasat bir film seyredeceğimizi anlıyoruz?

Ve tabii ki: Senaryodan kaynaklandığını zaten söylediğim bu sorun tam olarak neyin sonucu?

Film+, sayı: 8, Kasım 2005

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder