Copyright © 2014 - Tamer Baran - Tüm Hakları Saklıdır.
Bu blogta yer alan yazılar (içerik), 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince eser sahibi olan Tamer Baran'a aittir. Söz konusu içerik eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz,yayınlanamaz...

26 Mart 2010 Cuma

Julie & Julia & Nora

Filmi en çok bu nedenle önemsiyorum: Holivud'un genelde yaptığı gibi mutluluk için aşkı adres göstermiyor, aksine kahramanlarının, temelinde aşk olan, mutlu evlilikleri olmasına rağmen huzura kavuşamadıklarını vurguluyor, bunun ancak kişinin potansiyelini hayata geçirmesiyle mümkün olabileceğini söylüyor

Bu filmin DVD’si eşiniz, sevgiliniz için çok uygun bir armağan olabilir beyler, benden söylemesi…

Hele de kendisi, yaşantısından bir miktar bunalmış, yaptıklarıyla yetinmeyen, bir çıkış yolu arayan biriyse, bu filmden çok şey öğrenebilir, ilham alabilir, motive olabilir.

Çünkü bu filmi yapan kişi de bir çıkış yolu arıyordu, ne anlattığını gayet iyi biliyor…

Nora Ephron gazetecilikten gelme, kadın dergilerinde köşe yazıyor, sektöre senarist olarak giriyor, kendi romanından uyarladığı “Heartburn / Kalp Ağrısı”, “Silkwood” gibi birkaç senaryonun ardından beğenilen romantik komedi “When Harry Met Sally / Harry Sally İle Tanışınca”yı kaleme alıyor. O filmin başarısı Ephron’a yönetmenlik yolunu açıyor, “This is My Life”ın ardından, henüz ikinci filmi “Sleepless in Seattle / Sevginin Bağladıkları” ile romantik komedi kategorisine modern bir başyapıt ekliyor.

Fakat devamını getiremiyor: Fantastik komedi “Michael” beğenilmiyor, Hanks/Ryan ikilisini tekrar buluşturan “You’ve Got Mail / Mesajınız Var” romantik komedi hayranlarınca bile sönük bulunuyor, efsane TV dizisi “Bewitched / Tatlı Cadı”yı sinemaya uyarlaması işe yaramıyor. Bu çabalarla 15 yıl geçerken, Ephron bir cenderede kalıyor: Geniş yığınların (daha önemlisi Holivud’un) gözünde o, “sağlam romantik komediler yapan” bir kişi, hem ondan bu bekleniyor, hem de başka türde iş yapamayacağı düşünülüyor, bu türün dışındaki eserleri de maalesef bu iddia sahiplerini haklı çıkarıyor. Oysa artık neredeyse 70’inde, “Aşkın köşe başında olduğunu” anlatan filmlerden daha fazlasını yapma potansiyeli ve arzusu olması doğal. Son sekiz yılda sadece iki film çekmesinden de belli ki o da bir çıkış yolu arıyor, taze bir soluk, yeni bir başlangıç, ikinci bir şans…

Aradığını da buluyor, ortaya bu filmi çıkarıyor.

Sözün özü “Julie & Julia”, doğru bildiği yolda inatla ilerleyen, her şeye rağmen içinden yükselen sesi dinleyen ve sonuçta mutlu ve başarılı olan iki değil, üç kadının hikayesi…

Kesişen hayatlar
Popülist sinemanın sıradan bir neferi değildir Ephron, öncelikle çok iyi bir senaristtir. Hem “Harry”, hem “Seattle”, türü yenilemiş işlerdir, ikisinin de öyküleri ilginç, öyküleme teknikleri ustacadır.

Aynı ustalık “Julie & Julia”da da var.

Öncelikle iki hayatı, yaşamları birazcık keşisen iki kadının, mutluluğu yakalamalarının öyküsünü paralel anlatması çok akıllıca. 1940-50’li yıllarda, eşinin işi dolayısıyla Fransa’da yaşamakta olan Julia Child, Fransız mutfağıyla tanışıyor, aşçı olmaya karar veriyor, ve sonunda Amerikalıların damak zevkini değiştiren bir kitap yazıyor. 2000’li yıllarda ABD’de yaşayan Julie ise, 30’una varmasına rağmen bir küçük memur olmaktan fazlasını yapamadığı için kendini eleştiren, yemek pişirmeyi seven ve Julia’ya hayran bir genç kadın. Bir arkadaşına gıcık olduğu için blog açmaya karar veriyor, onu en çok bu ilgilendirdiği için Child’ın tariflerine göre yemek yapıp sonucunu netten paylaşmaya başlıyor, sonunda yazar oluyor.

İkisi de güçlü, kararlı, inatçı kişilikler... Kendini beğenmiş tipler değiller, yola çıkarken büyük hedefler koymuyor, tersine o hedeflere ulaşabilecekleri söylendiğinde gülüp geçiyor, ünlü bir TV aşçısı veya yazar olabileceklerini akıllarından bile geçirmiyorlar.

Bu başarıları adeta hayat getiriyor onlara.

“Julie & Julia” sıradan bir başarı filmi değil, bu iki kadının üne kavuşmaları önemsiz, daha önemli olan mutluluğu yakalamaları, kendi yollarını çizip inatla ilerlemeleri.

Filmi en çok bu nedenle önemsiyorum: Pek çok Holivud filminin yaptığı gibi mutluluk için aşkı adres göstermiyor Ephron, aksine kahramanlarının, temelinde aşk olan, mutlu evlilikleri olmasına rağmen huzura kavuşamadıklarını vurguluyor, bunun ancak içsel sesin dinlenmesi ve kişinin potansiyelini hayata geçirmesiyle mümkün olabileceğini söylüyor.

Ve cümlelerini “mutfağın içinden” kuruyor, yemek pişirmek gibi çoğu insanın küçümseyebileceği bir eylemi baş tacı ediyor. Beste veya resim yapmak için gereken türden çok özel bir yeteneği yoksa bile kişinin, her gün yüz milyonlarca insanın yaptığı bir işten ötesi elinden gelmiyorsa bile, eğer bu onu mutlu ediyorsa, yemek yaparak da kendi yolunu çizebileceğini anlatıyor.

Ve bu filmi Holivud’da yapıyor, başarı ve gücü bu kadar abartan bir kültürde yetişmiş olmasına rağmen bu cümleleri kurabiliyor.

Ve satır aralarına ABD tarihinden notlar düşüyor: 2. Dünya Savaşı (McCarthy dönemi) ve 11 Eylül sonrası korku/paranoya/delilik ortamı yaşanırken bu iki kadının insanın en temel gereksinimlerinden birine tutunmaları, çok anlamlı.

“Doubt / Şüphe”de de birlikte oynayan Streep ve Adams, iyi bilinen oyunculuk yeteneklerinin zirvesindeler yine. Bu çalışmasıyla 16. kez Oskara aday gösterilen Streep’e özellikle dikkat çekmek isterim, gerçek Julia Child’ın görüntülerinden yararlanarak rolüne hazırlandığı çok belli, neredeyse her sahnesinde insanın ağzı açık kalıyor.

4 kez Oskara aday olup bir defa kazanmış kostüm tasarımcısı Ann Roth, iki kez Oskara aday gösterilmiş görüntü yönetmeni Goldblatt gibi isimlerden oluşan ekipten ve tabii ki –başta Tucci olmak üzere- yan rollerdeki oyunculardan üstün performanslar çıkaran Ephron, sağlam bir “dönüş” filmi yapmış, umarım başyapıtlarından bir kısmını 70 yaşından sonra veren Clint Eastwood’unki kadar uzun ve verimli bir kariyeri olur.

Mart 2010

Senaryo ve yönetim: Nora Ephron (Julie Powell ‘ın "Julie & Julia", Julia Child ve Alex Prud'homme’un "My Life in France" isimli kitaplarından); Yapımcılar: Nora Ephron, Laurence Mark, Amy Robinson, Eric Steel; Görüntü yönetmeni: Stephen Goldblatt; Müzik: Alexandre Desplat; Kurgu: Richard Marks; Oyuncular: Meryl Streep (Julia Child), Amy Adams (Julie Powell), Stanley Tucci (Paul Child), Chris Messina (Eric Powell), Linda Emond (Simone Beck), Helen Carey (Louisette Bertholle), Mary Lynn Rajskub(Sarah), Jane Lynch (Dorothy McWilliams); 2009 ABD yapımı, 123 dakika

Bir film nasıl açılır?


Benzeri nedenlerle sinemacılar da daha açılış planlarından başlayarak seyircide kaçırılmaması gereken bir seyirlik sundukları izlenimini yaratmaya çalışıyorlar. Çağdaş Hollywood filmlerinin (komediler gibi türü gereği bu ihtiyacı duyanlar hariç) büyük bölümünün bolca gürültülü, adeta şok edici sahnelerle açılmasının en önemli nedeni bu

Filmin baş kahramanı sabah uyanır, yaşadığı ortamı, ailesini tanırız. İşe gider, örneğin otobüsle, elinde sefer tasıyla. Arkadaşlarını evden çıkar çıkmaz görmediysek, iş yerinde onları da tanırız. Ve tabii ki patronunu, aşık olduğu kızı, varsa nişanlısını vs.

Bu açılış sekansını belki onlarca Türk filminde izlemişsinizdir.

Eskiden adet böyleydi; hikayeye girmeden evvel ana karakterler tanıtılırdı, aksi halde seyircinin öyküyü yeterince anlayamayacağı düşünülürdü. Bir insanı en kestirme tanıtma biçimi de yaşadığı ortamı göstermekti kuşkusuz. Diğer önemli karakterler de açılış sekansı boyunca gösterilir, birbirlerine “ağabey”, “anne” vb. sözcüklerle hitap etmelerinin yanı sıra seyircinin ilişkileri en kestirme biçimiyle anlaması için tipik anlar resmedilirdi: İyi yürekli annenin adeta okşayarak kızını okula gitmesi için uyandırması veya delikanlının utana sıkıla babasından harçlık istemesi gibi.

Aslında bu, ülkemize özgü bir tutum değildi, dünya genelinde eski filmlerin çoğu karakter tanıtımıyla başlardı. Türk sinemacılarının bu konudaki farkı şablonlara çok daha fazla başvurmak zorunda kalmalarıydı, Yeşilçam’ın o dönemki imkanlarını çok aşan talep yüzünden filmler çok hızlı yazılıyor ve çekiliyordu. Seyircinin de Batılı örneklere kıyasla daha cahil oluşu şablonları cazip kılıyordu: ilk sahnede ana karakter (çoğunlukla da çalar saatin sesiyle) uyanır, bunu takip eden sahneler ise kahvaltı, evden çıkış, işe gidiş, işyeri biçiminde düzenlenirdi. Diğer ülkelerin sinemacıları, örneğin Hollywood’takiler de açılışta karakter tanıtımı yaparlardı ama yaşantısının herhangi bir bölümünü, karakteri iyi anlatabilecek bir anı resmederek…

Herkese seslenmek
Bir büyük ustadan, her büyük usta gibi filmleri eşsiz senaryo dersleri de içeren Alfred Hitchcock’tan örnek verelim: “North By Northwest / Gizli Teşkilat” (1959) ana karakter Roger Thornhill’in (Cary Grant) işyerinden çıkışıyla başlar, caddeye yürürken sekreterine talimatlar yağdırır, sorularını yanıtlar, bir otele gider, arkadaşlarıyla buluşur, içki içerken küçük bir yanlışlık yüzünden kim olduğunu bilmediği kişilerce kaçırılır. Tüm bunlar olurken Roger’ın zeki, espritüel, hızlı yaşayan, kendini çokça beğenen ve fazlasıyla güvenen bekar bir reklamcı olduğunu anlamışızdır.

Bu açılış biçimini dönemin koşulları belirlemişti: Sinema en ucuz eğlence aracıydı, filmler, her yaş ve kültür seviyesinden insana hitap edebilecek tarzda tasarlanmaya çalışılırdı.

Televizyon yaygınlaştıktan sonra sinemanın izleyicisi de değişti; şimdi ağırlık gençlerde, sinema seyircisinin büyük çoğunluğunu ABD’de 14-18, ülkemizde ise 18-24 yaş grubu oluşturuyor ve bu seyircinin büyük çoğunluğu da öğrenci. Artık sinemacılar –genele kıyasla- daha zeki ve eğitimli bir seyirciye hitap ettiklerini biliyorlar; tam da bu yüzden örneğin hikayeyi anlatmaya başlamadan evvel karakterleri tanıtma gereği tarihe karıştı.

Bu yöntemi hala uygulayan filmler çıkıyor kuşkusuz: “Fight Club / Dövüş Kulübü”, “Romeo is Bleeding / Aşk Bir Fahişedir” ve “Jerry Maguirre” gibi. Bu üç film de dış ses/anlatıcı eşliğinde ana karakterin yaşamından bölümlerin verilmesiyle başlar. Fakat bu açılış sekansları, -dönemin koşulları gereği- hızlı kurgulanmış çok daha fazla plan ve sahneyi içerirler, dolayısıyla eski örneklere kıyasla daha karmaşıktırlar. Çağdaş sinemacılar bu eski yöntemi, yeni bir anlayışla da olsa kullanırken seleflerinin ilgilenmediği bir ereğin de peşindeler: Tavırlarını ortaya koymak (örneğin baş karakterle veya hayatın başka öğeleriyle dalga geçmek), seyircide “özel bir film” izlediği hissini uyandırarak saygısını kazanmak… Ve bazı örneklerde ise, bir karakterin yaşamından anları yakalayarak çağdaş metropol yaşantısının resmini çizmek gibisinden anlamlı çabalar…

Çünkü çağdaş sinema seyircisi, önceki kuşaklara kıyasla çok daha fazla görüntü izliyor, belleği milyonlarca resimle dolu, izlediği görüntüleri daha çabuk algılıyor. Salonda –para vererek ve özel zaman ayırarak- izlediği filmlerin, hafızasındaki (ve TV’deki) benzerlerinden üstün olmalarını bekliyor, öncelikle senaryolarıyla…

Açılışlar artık çarpıcı
Filmi karakterleri tanıtarak açma eğiliminin önemli bir nedeni daha vardı eskiden: Seyircinin yerine yerleşmekle uğraştığından ilk sahneleri kaçırabileceği düşünülürdü, çok önemli, kaçırılırsa filmin devamını izlemeyi/keyif almayı zorlaştıracak sahneler konmazdı açılışa, artık –en azından uygar ülke ve bölgelerde- film başladıktan sonra salona seyirci alınmadığı için- böyle bir kaygı güdülmüyor, fakat açılış sahneleri –üstelik eskisinden çok daha- çarpıcı olmak durumunda. Salondaki seyircinin daha en baştan etkilenmesi, filmin havasına girmesi, küçük ekran karşısındaki izleyicinin ise kanal değiştirmemesi için… Artık televizyon (sinemanın çocuğu) en ucuz eğlence konumunda ve sinemaya kıyasla olağanüstü bir çeşitlilik sunuyor: yarışma ve sohbet programları, spor karşılaşmaları ve envai çeşidinden drama (eski filmler, çeşitli türlerde yapılmış onlarca TV dizisi) gibi... Özellikle gelişmiş ülkelerde herhangi bir programın onlarca alternatifi var, kanalların seyircinin kaçmasını önlemek için takla atmaları bu yüzden.

Benzeri nedenlerle sinemacılar da daha açılış planlarından başlayarak seyircide kaçırılmaması gereken bir seyirlik sundukları izlenimini yaratmaya çalışıyorlar. Çağdaş Hollywood filmlerinin (komediler gibi türü gereği bu ihtiyacı duyanlar hariç) büyük bölümünün bolca gürültülü, adeta şok edici sahnelerle açılmasının en önemli nedeni bu.

Örneğin (“Leon”da Luc Besson’un yaptığı gibi), kahramanımızı asıl hikayeyle bağlantısı olmayan bir iş üzerinde gösteriyorlar, seyircinin silahlar ve/veya bombalar patlar, kan oluk oluk akarken ana karakterin cesaretini, becerisini, zekasını görüp etkilenmesini arzu ediyorlar. Çünkü bu öğeler üzerine inşa ettikleri bir ürünü sunuyorlar. Çok önemli ikinci amaç ise filmin gerek senaryosu, gerekse havası bakımından küçük bir özetini sunmak: 3 filmi de bu türden açılışlara sahip “Indiana Jones / Kamçılı Adam” serisi çok güzel bir örnek; açılış sekansları şu kavramları beynimize işliyor: Heyecan, tehlike, gizem, “kutsal” bir görev, kararlılık, cesaret vs.

Üç filmde de açılış sekansları benzer öğeler üzerine inşa edilmiştir; buna rağmen ikinci film diğerlerine kıyasla belirgin biçimde zayıftır, açılış sekansı, vasat bir seyirlikle karşı karşıya olduğumuzu belli eder, en azından bir “Indiana Jones” filmi için. Yönetmen, yapımcı ve başrol oyuncusu diğer iki filmle aynı olduğuna göre bu zayıflığın asıl nedeni senaryo olsa gerektir (ki öyledir).

Pekala soru şu: İkinci filmin tamamını diğer ikisiyle kıyasladığımızda çok daha zayıf olduğunu görürüz, bu zaten genel kabul gören bir görüş. Bu zayıflık, filmin her yerine sinmiştir, dolayısıyla açılış sekansında da tespit edilebilir. Fakat o açılışta ne sorun var ki, o birkaç dakikayı izlediğimiz anda vasat bir film seyredeceğimizi anlıyoruz?

Ve tabii ki: Senaryodan kaynaklandığını zaten söylediğim bu sorun tam olarak neyin sonucu?

Film+, sayı: 8, Kasım 2005

O yaşlı bilge…

Velhasıl Allen’ın canlandırdığı karakterler için yaşam, şifre sözcüğü asla bilemediği bir bulmaca, hedefe asla ulaşamadığı bir labirent, bitiş noktasını bulamadığı bir yarıştır; kaybetmeye mahkumdur ve hep öyle kalacaktır. “Zelig”deki gibi yaşama ayak uydurmak için hızla değişen, bulunduğu her ortama bukelamun gibi uyum sağlayan biri olsa bile…

Woody Allen’ı ilk kez perdede görmemizin üzerinden tam 32 yıl geçti. 50’li yıllarda skeç yazarı, 60’larda ise stand-up komedyeniydi. 1965’te sinemaya başladı, senarist ve oyuncu olarak birkaç filmde göründü, 1969’da “Take the Money and Run-Parayı Al ve Kaç”la yönetmenliğe geçti.

Bu 32 yılda onu yönetmen, senaryo yazarı ve oyuncu olarak gördük.

Kendi filmlerinin önemli bir bölümünde başrolde olduğu, başka yönetmenlerle de -nadiren de olsa- çalıştığı için Woody Allen denince akla önce oyunculuğu geliyor. Farklı karakterleri canlandırdığında bile diğerlerinden çok ayrı, çok özel oyunculuk çizgisini hep sürdürdüğü için sinema tarihine kendi fiziğiyle özdeşleşen bir karakteri armağan ettiğini söyleyebiliriz: filmlerinde o, New York’ta, mümkünse Manhattan’da oturan, entelektüel bir Yahudi’dir. Sarsak, çokça beceriksiz, yaşamını bir düzene oturtmayı başaramamış biridir; çoğunlukla bir “anti-kahraman”, bir “tutunamayan”, ama mutlaka belli bir aydın çevresinin “sıradan bireyi”dir. Çağıldaya çağıldaya akıp giden yaşam ırmağının kenarında oturup seyreden ve sulara karışıp gidip gitmemek üzerine felsefe yapan kişidir. Sulara karışmaya karar verir ve bunu başarırsa bir çöp gibi sürüklenip gidecektir, bunu bilir ama bazen kendini durduramaz ya da arkadan ittirilir.

Sorular, kuşkular, paranoyalar
Soruları çoktur, yaşamın en temel alanlarında olup bitenleri bir türlü anlayamaz. Kuşkuları çoktur, yaşamla ilgili -zaten çok sınırlı olan- bilgilerinden de şüphelenir. Paranoyaları çoktur, önüne çıkan fırsatın değerinden emin olamaz. Karamsardır, hep bardağın yarısının boş olduğunu düşünür. Tüm bunlar konuşmasına, çeşitli parçacıklara bölünmüş cümleler, yinelenen heceler ve sözcükler biçiminde yansır; yüzünde şaşkın bir ifade, gözlüğüyle oynayarak, elini kolunu sallayarak bir şeylerden şikayet etmeyi sürdürür, son filmi “Everybody Says I Love You / Herkes Seni Seviyorum Der”de eski karısı Steffi ona kadınlarla ilgili seçimlerinin yanlış olduğunu söylediğinde yaptığı gibi…

Kendisine uygun işi asla bulamamıştır: “Bananas / Muz”da yeni icatlar için denektir ve “nesnelerle anlaşamadığı, onlar kendisini sevmediği için” başarısızdır, sarsaklığıyla her şeyi yüzüne gözüne bulaştırır. “Crimes and Misdemeanors / Suçlar ve Kabahatler”de başarısız bir televizyon yönetmenidir, bir felsefecinin yaşamını konu alan belgeselini parasızlıktan bitiremezken, karısının zoruyla kayınbiraderi olan sulu TV komedyeni hakkında yapılacak belgeselin yönetmenliğini üstlenir, adamın gerçek yüzünü ekrana yansıtınca o işten de olur. “Everything You Always Wanted to Know About Sex (But Afraid to Ask) / Seks Hakkında Bilmek İstediğiniz (Ama Sormaya Çekindiğiniz) Her Şey”in öykülerinden birinde esprileriyle kimseyi güldüremediği ve Kraliçe’yle yatmaya kalkıştığı için başı vurdurulan saray soytarısı, “Herkes Seni Seviyorum Der”de ise kitapları ucuz reyonlarda satılan, başarısız bir yazardır.

Başlı başına “tutunmak” kavramını eksen alan, gösteri dünyasına eleştiriler de getiren “Broadway Danny Rose”da ise daha da vahim durumdadır, inanılmaz yeteneksiz bir adam olan, gösteri dünyasının kurallarına kesinlikle ayak uyduramayan, işin kötüsü bu özelliklerini irdeleyip değişmeyi başaramayan Danny Rose karakteri Woody Allen tipolojisinin aksayan tüm yönlerini sergiler.

Ailesiyle ilişkisini bir türlü yoluna koyamamış, bilince erdiğinden beri sürdürdüğü hesaplaşmayı tamamlayamamıştır, ya “New York Stories / New York Üçlemesi”ndeki hikayesinde olduğu gibi annesiyle başı derttedir, ya da -“Radio Days / Radyo Günleri”nde yakından tanıdığımız- ailesi onu Yahudi cemaatine uygun biri olarak yetişmediği için suçlar. Ailesiyle bir sorunu olmadığı zamanlarda da tipik bir Musevi olarak yetiştirilmesinden kaynaklanan aksamaları, modern toplum yaşamı içerisinde eritememenin, Yahudi kimliğinden sıyrılamamanın sıkıntısını yaşar.

Aradığı kadını bulamaz
Kafasına uygun bir kadın asla bulamaz, bulduğunda da ya aşkına karşılık alamaz ya da ilişki çabucak bitiverir. Kim bilir kaç filmde onu kendisini terk etmeye kararlı olan sevgilisini ikna etmeye ya da çok anlaşabileceği bir kadını baştan çıkarmaya çalışırken görmüşüzdür… Sonuç hep aynıdır: Başarısızlık ve yalnızlık… “A Midsummer Night’s Sex Comedy / Bir yaz Gecesi Seks Komedisi”, “Husbands and Wives / Kocalar ve Karılar”, “Broadway Danny Rose” ve “Muz”da olduğu gibi.

Kadınlarla ilişkilerini yoluna koymak için sürekli çaba harcar, hatta işi -“Herkes Seni Seviyorum Der”deki gibi-, hoşlandığı kadının karşısına, kızının casusluğu sayesinde öğrendiği çok özel sırları kullanarak, kadının hayalindeki erkeğin kimliğine bürünerek çıkmaya kadar vardırır; bu da yarar sağlamaz.

Velhasıl Allen’ın canlandırdığı karakterler için yaşam, şifre sözcüğü asla bilemediği bir bulmaca, hedefe asla ulaşamadığı bir labirent, bitiş noktasını bulamadığı bir yarıştır; kaybetmeye mahkumdur ve hep öyle kalacaktır. “Zelig”deki gibi yaşama ayak uydurmak için hızla değişen, bulunduğu her ortama bukelamun gibi uyum sağlayan biri olsa bile…

Yönetmen olarak temel özellikleri, Holivud’daki sinema endüstrisinin kurallarına aldırmayıp kendi istediği tarz filmler yapması, çizgisinden asla ödün vermemesi ve -“Kocalar ve Karılar” gibi çok özel bir örnek bir yana bırakılırsa- sinema dilinde seçiminin klasik anlatıma yakın durmasıdır. Holivud ürünlerinden aşina olduğumuz hareketli kamera ve hızlı kurguyla ilişkisi yoktur, Avrupa sinemasının eğilimlerini benimser. Yazar ve yönetmen olarak çalışmaları da benzer temalar çevresinde dolanır: Yaşamın gizemi ve insan ilişkileri…

Sinemadaki ilk döneminde “Muz” (1971) ve “Seks Hakkında…” (1972), “Sleeper / 200 Yıl Sonra” (1973) gibi çılgın komediler aracılığıyla kapitalist sisteme, aileye, öğrenim kurumlarına ve ticari sinemaya acımasız eleştiri okları yollamış ama giderek komediden uzaklaşmıştır. “Stardust Memories / Stardust Anıları”nda bu tavrının nedenini, kendisinin oynadığı bir film yönetmeninin ağzından açıklar: “Artık komik filmler yapmak istemiyorum çünkü artık gülemiyorum. Çevreme baktığımda yalnızca acı çeken insanlar görüyorum.” Aynı yönetmen “halkın kendisine bayıldığı” söylendiğinde “Bugün bayılıyorlar… Yarın burnumu kırarlar” yanıtını verir.

Çok karakterli yumuşak öyküler
Böylece Woody Allen’ın ikinci dönemi başlar; seyirci/halk ve toplumun değişmesi onu ilgilendirmemektedir artık, daha doğrusu sanatın toplumsal dönüşüm sürecinde sınırlı bir rolü olduğunu anlamıştır. Bakışlarını toplumdan alır, kendisine çevirir, kendisini ilgilendiren az sayıda temanın örüldüğü, çoğunlukla çok karakterli, “yumuşak” öykülerden oluşan “Herkes Seni Seviyorum Der” formatında filmler yapmaya başlar. Araya “September / Eylül” (1987) ve “Interiors / İçerdekiler” (1978) gibi komediyi tümüyle dışlayan dramlar girse de asıl çizgisi, çeşitli yaş ve sosyal çevrelerden bir dizi kahramanın, “sıradan” insanların yaşam karşısında tutunma ve mutlu olma çabalarını konu alan filmler olarak belirlenir. Nostaljik tavrıyla sivrilen “Radyo Günleri”, ilk kez müzikal türünü denediği “Herkes Seni Seviyorum Der” ve polisiye filmlerin temel trüklerini kendine özgü mizahıyla harmanladığı “Manhattan Murder Mystery / Bir Cinayet Sırrı” (1993); “Hannah and Her Sisters / Hannah ve Kızkardeşleri” (1986) gibi başyapıtlar verdiği bu çizginin tipik örneklerindendir.

Bazense belli bir karakteri, belirli bir durum içerisinde gösteren, çoğunlukla bir iç hesaplaşmayı eksen alan, ama komediyi dışlamayan filmler yapar, “Alice” (1990) ve “Another Woman / Bir Başka Kadın” (1988) gibi.

Bu formattaki filmlerin çoğunda sanata, sanatçılara değinmeyi sever. Birkaç filminde ana karakterler arasında TV ya da sinema yönetmenleri vardır; terapi gören hastaları olduğu gibi psikiyatrlar, yazarlar, radyocular, tiyatrocular, komedyenler ve oyuncuları da ana karakterleri arasında görmekten hoşlanır.

Tüm bu filmlerin ortak özellikleri New York Yahudi Mizahı denilen komedi türünün özel bir alanını oluşturmalarıdır. Belirgin temalar (aşk, evlilik ve seks, yalnızlık, mutluluk arayışı, Yahudilik dini ve cemaati, aile, iş yaşamı ve özellikle başarı kavramı), Woody Allen tarzı entelektüel espriler ve durum komedisiyle yoğrularak işlenir. Bakışı çok yumuşaktır artık, “Zelig” ya da “Seks Hakkında…”daki sert tavrı kaybolmuştur, yıkıcı bir mizahı pek yoktur, kendisine garip gelen şeyleri seyirciyle paylaşmak ve film çekerek düşünmek arzusu hakimdir. İlginç bulduğu karakterleri tuhaf durumlar içine sokar, çıkan sonucu bize gösterir; inanmak, benimsemek, eleştirmek, düzeleceğini ummak, değişmesi için çaba harcamak ya da kayıtsız kalmak seyircinin sorunudur.

Woody Allen üzerine düşeni yapmış, 25 yıldır çeşitli örneklerini verdiği bu çok sevdiği formattaki filmlerine yeni bir tanesini eklemek için yaşlı bir bilge gibi bir kenara çekilip düşüncelere dalmıştır.

Yeni Ufuk Sinema eki, Sayı: 2, 28 Haziran 1997

5 Mart 2010 Cuma

“Avatar”: Kolları uzun bir cüce… (2)
















Tüm bunları bizden çok daha iyi bilen Cameron, hikayesiyle bir yönü gösterirken, film diliyle tersten vuruyor: Biliyor ki yan dişleri –vampirlerinki gibi- sivri, hayvanlarınki gibi kuyruğu olan, kurt gibi sivri kulaklı “canlılar”a bu seyirci “insan kadar değerli” gözüyle bakamayacaktır; “insansı” olabilirler, ama eşitimiz, hele de bizden çeşitli açılardan “üstün” olamazlar, seyirci böyle algılar çünkü o kadar “ilkeller” ki ok ve yayla savaşıyorlar

James Cameron’ın son çalışmasını anti-emperyalist olarak niteleyenler, sadece filmin hikayesini –üstelik ana hatlarıyla- dikkate alıyorlar. Bu analiz, sinemasal açıdan da eksik ve yanlış, ideolojik açıdan da…

Bir filmin analizi eserin tamamı incelenerek yapılır (adı, afişi, jeneriği vs dahil). Senaryo aynı kalmak şartıyla, ışık, açı, müzik gibi onlarca öğenin birinin farklılaştırılması bile bir planın anlam ve etkisini inanılmaz değiştirebilir. Al Pacino’nun gözleri parlayarak ve davudi bir sesle “Kazanacağız” dediğini düşünelim. İkinci örnekte, yine Pacino, aynı kelimeyi, omuzları çökük, sesi kırık bir halde, kendini inandırmaya çalışıyormuş gibi söylesin. Planın anlamı değişir ve gücü neredeyse yarı yarıya azalır. Aynı şekilde, bir oyuncuyu diyelim ki bel planında görüntülerken tam karşısından kaydetmekle, alt açıdan çekmek arasında anlam farkı vardır veya yüzünün tamamını aydınlatmakla yarısını gölgede bırakmak seyircinin psikolojik algısını değiştirir, senaryo, oyunculuk ve geri kalan her unsur tamamen aynı kalsa bile (mesela alt açı azamet, tehdit vb anlamlar katar)…

Tek bir faktörle oynandığında sonuç bu kadar değiştiğine göre, onlarca öğenin bir arada bulunduğu binlerce plandan oluşan bir filmi analize yeltenirken sadece hikayesini temel almanın ne kadar yanlış olduğu açıktır. Çünkü tek bir plan bile, öyküyü yalanlayabilir. O yüzdendir ki örneğin “Jurassic Park”ta CGI tekniklerini görkem yaratmak için kullanan Spielberg, “Saving Private Ryan / Er Ryan’ı Kurtarmak”da aynı teknikten renkleri daha da soldurmak, filmin kasvetini artırmak amacıyla yararlanmıştır. İmaj, sözden kat be kat güçlüdür, hikaye savaş karşıtı iken planlar hamasi duygular aktarırsa, görüntü baskın çıkar.

Şimdi lütfen “Avatar”dan alınan kareyi inceleyin; onlarca savaş ve/veya Amerikan yanlısı filmde kullanılan imajlardan bir farkı var mı? (Sadece helikopterlerin pervane kısmı değişik, o da filmin gelecekte geçtiğini, yani ABD’nin aynı güce onlarca yıl sonra da sahip olacağını vurguluyor)

Tüm bunları bizden çok daha iyi bilen Cameron, hikayesiyle bir yönü gösterirken, film diliyle tersten vuruyor: Biliyor ki yan dişleri –vampirlerinki gibi- sivri, hayvanlarınki gibi kuyruğu olan, kurt gibi sivri kulaklı “canlılar”a bu seyirci “insan kadar değerli” gözüyle bakamayacaktır; “insansı” olabilirler, ama eşitimiz, hele de bizden çeşitli açılardan “üstün” olamazlar, seyirci böyle algılar çünkü o kadar “ilkeller” ki ok ve yayla savaşıyorlar… Bu uygarlık seviyesindeki canlıları seyirci –bilinçli olmasa bile- küçümser, bu hem insan psikoloji gereğidir, hem de bu bakış açısı bilinçaltlarına, yine Holivud tarafından on yıllar önce kazınmıştır… Resmi tarih, bugünkü Batı uygarlığının “çok gelişmiş” olduğunu sürekli yineliyor, bizim yüzlerce yıl evvelki seviyeminde olanları ortalama insan aşağılar… Biliyor ki Cameron, sıradan seyirci o ağır makineli silahların perdede kurşun saçmasına bayılır, o insanlar zamanında Yaratıklara ateş açan askerlerden yana olmuştur, hele de daha gelişmiş bir teknikle aynı planlar önüne geldiğinde “ruhen” Navilerden yana olamayacaktır, zihnen olsa da, kalben olmak istese de… Hele de bu “muhteşem” filmi Amerikalıların yaptığını biliyorken, finalde yenilmiş olmalarına tümden ikna olamaz.

Öykünün satır araları
Filmin görsel yapısı hikayeyi desteklese, ideolojik konumuyla ilgili değerlendirmeler haklı olacak mıydı peki? Yüzeysel bakılırsa, evet. Ama daha derin incelemek lazım. İlk planından sonuncusuna, filmi sadece hikayesi açısından irdeleyince şu cümleleri elde ederiz (5 Ocak 2010 tarihli Hürriyet’te yayımlanan Emre Kızılkaya imzalı “Avatar’ın İdeolojisi” başlıklı yazıda sunulan değerli bazı düşünceleri burada yinelemeyi gereksiz buluyorum, meraklısı http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=13386148 adresinden okuyabilir):

1-2154 yılında ABD hala çok güçlü bir ülkedir, dünyayı bitirmiş, evreni fethetmektedir.

2-Bu “uygarlık” seviyesine ulaşmış tek ülke ABD’dir (aksi halde filmde önde gelen gelecek bilimcilerin yeni süper güç adayları arasında saydığı Çin, Hindistan, Türkiye gibi ülkelerin de, en azından Rusya’nın da adı geçerdi).

3-Tanrı bir gezegeni kurtarmak için bir “seçilmiş” gönderecekse, orası Navilere ait bile olsa, bir Amerikalı’yı seçer (Filmin ikiyüzlülüğünü ve nasıl seyircinin bilinçaltına yönelik çalıştığını gösteren kilit bölümlerden biri, Jake’in “atalarının kayıtlarına” bağlandığı sahnedir: Eğer Eywa, sadece Pandora’nın Tanrısı veya Navi’lerin “inandığı” bir güç olsa, Jake onunla bağlantıya geçtiği an–Dünya’da yaşamış- kendi atalarının seslerini duyamazdı. Duyduğuna göre Eywa, insanlığın Tanrı adını verdiği, En Yüce Varlık demektir ve Jake bir Navi ile karşılaştırdığı an, Allah onu “seçtiğini”, kabilenin ruhsal liderinin kızı aracılığıyla Navilere bildirmiştir...

4-Adları İbranice’de “Tanrı’yla doğrudan görüşebilen” anlamına gelen Naviler, bu meziyetlerine rağmen, ne yapacaklarını bilemeden ortalıkta dolanmakta, (ortalama seyircinin algısına göre) tuhaf danslar yapıp katledilmeyi beklemektedirler. Tanrı Jake’i yollamasa mahvolacakları çok bellidir. Bunları o sahnelerle seyreden bir seyircinin bırakın bir Şaman’a saygı duymasını, Tanrı’yı da küçümseyeceği bellidir, öyle ya, kendisiyle direkt görüşebilen bir ırka “şöyle savunma yapın, şu cihazı icat edin, o okullara inanmayın” vs bile diyememiş, onları yönlendirememiştir, adı üstünde Tanrı olmasına rağmen. Kutsal kitaplar gökten taş yağması, denizin ikiye yarılması vb mucize ve felaket sahneleriyle doluyken, yani Tanrı en basitinden o helikopterleri bozmaya muktedirken, Pandora için geliştirebildiği tek çözüm, Jake’i yollamak, o da yetmeyince hayvanları düşman üzerine salmak olmuştur.

5-Filmde sunulan çerçeveye göre Allah, Amerikalıların dünyayı mahvetmesine ses çıkarmamış, ama nedense Pandora gezegenini onların elinden kurtarmayı yeğlemiştir. Herhalde bu tercihte Navilerin her canlıya saygı duyan, Tanrı bilinci gelişmiş, ruhsal varlıklar olması önemli bir etkendir. Öyleyse filmin bakış açısına göre Kızılderililer, İngilizlerin canına okuduğu Aborjinler, Portekizli ve İspanyolların kılıçtan geçirdiği kadim Latin Amerika halkları, Fransızların katlettiği Cezayirliler ve Çin işgali sırasında 1 milyon kayıp veren Tibetliler “o üstün seviyeye” ulaşmış değillerdir (Anti-emperyalist olduğu sanılan filmin, sömürgecilik tarihini nasıl temize çıkardığını görüyor musunuz?)

6-Jake’in değerli savaş taktiklerine rağmen, üstün Amerikan teknolojisi karşısında sapır sapır dökülen Naviler’i katliamdan kurtaran, hayvanların da savaşa katılması olur… Tüm evrenin Tanrısı, Pandora’da sürece bu şekilde müdahale ederken, nedense dünyada yukarda adı geçen medeniyetlere yardım etmemiştir. Acaba bunun sebebi onların ve örneğin Kore, Vietnam, Afganistan ve Irak halklarının Tanrı’nın gözünde Naviler kadar değerli olmaması mıdır? (Yoksa hiçbiri Hıristiyan olmayan bu ulusların “inanç sistemlerinde” bir yanlışlık olduğu mesajı mı gizlidir filmin satır aralarında?)

7-İnternet aleminde ve video oyunlarında yaygın kullanılan Avatar sözcüğünün anlam ve kökenine ilişkin farklı bilgiler olsa da, Navileri Hinduizm Tanrılarına benzesinler diye mavi yaptırdığını açıklayan Cameron, belli ki kelimenin Hinduca anlamıyla ilgili: “bedenlenmiş (enkarne olmuş) Tanrı”… Bunu diğer maddelerle birleştirince, “seçilmiş” Jake’in “Tanrı’nın oğlu” İsa’yı simgelediği anlaşılıyor.

Uzatmaya gerek yok, meraklısı, yine bu blogda tekrar yayımlanmış “M. Ö. 10,000” eleştirisini okuyabilir. O film geçmişi değil günümüzü anlatıyordu, aynen “Avatar”ın gelecekte değil, günümüzde geçtiği gibi… Her ikisiyle ilgili bu blogda sunulan analizleri değerlendirirken, bu filmlerin dünyaya “medeniyetler çatışması” tezini yutturmaya çalışan bir ülkede, çok büyük bütçelerle ve milyonlarca kişi tarafından seyredilmesi amacıyla yapıldığını dikkate almakta yarar var.

Ciddi bir film analizine girişmeden, sadece hikayesini biraz incelediğimizde bile “Avatar”ın sanıldığı kadar “masum” bir film olmadığı ortaya çıkıyor. Zaten filmin öyküsü o kadar kötü kurulmuş, senaryosu öylesine sıradan ki, teknolojinin yardımıyla yaratılan o şaşaa ve (150 milyon dolarlık) PR kampanyası olmasa çok az kişi filmi bu kadar ciddiye alırdı.

Öykünün nasıl “uyduruk” olduğuna en güzel örnek “baş kahraman” Jake’in durumu. Film onun bir Pandora sakini olarak “yeniden doğmasıyla” bitiyor ya, bunu da çoğu eleştirmen olumlu bir şey olarak algılıyor, sömürgeci dünyalı olmakla hayata saygı duyan Navi olmak arasında tercih yaptığı sanılıyor, öyleyse buyurun yakından bakalım: Jake dünyada belden aşağısı sakat bir gazidir sadece. Çeşitli kereler gösterildiği gibi, “daha iyi” insanlar bile onu kaz kafalı bir asker olarak değerlendirmekte, aşağılamaktadır. Dünya’nın kendisi, bizzat Jake’in söylediğine göre “ölü”dür. Öte yandan Pandora –hele de insansız haliyle- huzurlu bir yerdir, “seçilmiş” olduğu kabul görmektedir, orada sevdiği kızla üstelik Navilerin lideri olarak mutlu yaşayacaktır… Bu şartlarda kim Dünya’ya dönmeyi mi yeğler ki, Jake’in seçimi alkışlanacak bir şey olsun?.. Daha vahimi: İki seçenek mi var ki buna “seçim” deniyor?

Kolları uzun cüce: Cameron…
Alkışlanacak seçim John Dunbar’a aittir… “Dances With Wolves / Kurtlarla Dans” filminin ana karakteri, sonlarının yakın olduğunu bile bile Sioux kabilesine katılır. Onları dönüştürmez, buna kalkışmaz bile, sadece “öteki” olur… Çoğunluğun ideolojisiyle, kültürüyle uzlaşamadığı için azınlığı yeğler. “Jake taraf değiştirmese zavallı Naviler katledilecekti” gibisinden bir şişirme yoktur o filmde, John’un aralarına katılması Sioux’ları kurtarmadığı gibi, John da onların lideri olmaz, yaptığı seçimden elde ettiği tek kar içsel huzurdur, yani kişiliğine uygun bir medeniyet ve yaşam tarzı bulması. Ender de olsa canice bir şey yaptıkları her sefer Sioux’ları ve onlarla ilişkisini tekrar sorgular... Ve kendisi yüzünden ordunun kabilenin peşine düşeceğini anladığı an, onları çok sevmesine rağmen Kızılderilileri terk eder.

PR kampanyasının bir parçası olarak “Avatar”ın “Kurtlarla Dans”a benzediği Amerikan medyasına söylenmiş, bizimkiler de papağan gibi tekrarlıyor. Oysa Costner’ın filmini tekrar izleseler, namuslu ve ideolojik açıdan da düzgün bir eser olduğunu hatırlayacaklar…

Bu iki filmi karşılaştırmak, büyük haksızlık çünkü “Kurtlarla Dans”, “Batı uygarlığı” denen nesneye indirilmiş bir yumruktur. Seyirciyi kendi tarihi ve Kızılderili katliamı da dahil pek çok şeyle birden yüzleşmeye davet eder. Örneğin, Amerikan seyircisi altyazılı film izlemekten hoşlanmadığı için çok riskli olmasına rağmen o filmi yapanlar eserin önemli bir bölümünde seyirciyi Lakota diliyle baş başa bırakmışlardır. Holivud’un 100 yıldır tekrar tekrar söylediği “yerliler meğer misyoner okuluna gitmişlermiş, o yüzden hepsi şakır şakır İngilizce konuşuyor” yalanına yüz vermemiş, John’ın Kızılderililerin dilini öğrendiğini göstermişlerdir.

Çünkü “öteki”ne saygı dilden başlar… Dil iletişim zeminini belirler, etkileşim ve işbirliği sonra gelir. “Onlar benim dilimi konuşsun” dayatması, kendini dünyanın efendisi sayan, diğer kültürleri “ilkel” sanan, tüm hayatı güç kavramı çerçevesinde algılayan zihniyete, yani emperyalizme aittir.

Ayrıca dil, kültüre açılan kapıdır, manayı çözen şifredir; üzerindeki yazıları anlayamıyorsanız, mesela Büyük Piramit’i turist gözüyle izler, belki ruhen etkilenir ama derin bilgisine vakıf olamazsınız… O yüzdendir ki Bangladeş’te veya Pandora’da geçen bir hikaye anlatırken o halkları İngilizce konuşturan bir film, ne yaparsa yapsın seyircisini, orada en az onunki kadar saygıdeğer bir kültürün var olduğuna ikna edemez.

“Avatar” neyin sözcüsü?
Ama zaten Cameron’ın bu meselelerle alakası yok. Filmin her karesi tüm bunları hiç de önemsemediğini gösteriyor. “Kurtlarla Dans”tan epeyce yararlanmış tabii ki, açıkça ve hunharca faydalanmış, ama benzerliği hikaye bazında tutmaya özen göstermiş. Çünkü gayet iyi biliyor ki, içerik açısından farklı kabilelere mensuplar...

Artık adını koyabiliriz: “Avatar”, ABD’nin bu dönemki dış politikasının sözcülüğünü yapıyor. Nasıl ki Emmerich, Neo-Conların adamıydı, Cameron da Obama dönemine uygun bir filmci. ABD Başkanı, seçilmeden önce verdiği sözlerde ne kadar içten idiyse, o da ancak o kadar samimi.

Yani: “Mış gibi” yapıyor…. Güya çevreci, sözde barış yanlısı… Holivud, ABD dışı pazarları çok önemsediği için ABD’nin Orta Doğu politikasını eleştiriyormuş gibi davranıyor (zaten savaşı başlatan Bush’du; artık Başkan o olmadığına göre eleştiri serbest). “Rambo” modeli bir kahramanlık hikayesini artık kimse yutmadığı için, Rambo-Navi modelini yaratmış, güya Irak işgalini eleştiriyor (bunları söyleşilerde açıkça söylüyor zaten), bu sayede servetine servet katıyor: 3 Mart 2010 itibariyle filmin Kuzey Amerika hasılatı 711, diğer bölgelerdeki sinema gelirleri ise 1 milyar 840 milyon $!…

Yani: Cameron’ın uzun kolları tüm dünyada insanların ceplerine uzandı, umduğundan çok fazlası çıktı, haliyle devam edecek: Şimdilerde bir “Avatar” romanı yazıyor, ayrıca en az iki devam filmi çekileceğini açıkladı. Arkası da gelecek: “Terminator”da olduğu gibi, TV dizisi, video oyunları yapılacak, bu moda yıllara yayılırken yan ürünlerden de telif payı alacak. Tüm bunların nasıl bir servet oluşturacağını tahmin edemeyenler için, bu işlerin ağa babasından örnek vereyim: Lucas’ın “Yıldız Savaşları” serisinin yan ürünlerinden kazandığı para 1 milyar doları aştı... Lütfen dikkat, stüdyonun kazancından bahsetmiyorum, Lucas’ın şahsen elde ettiği gelir bu…

Üstelik sadece oyuncak ve benzerinden…

Şimdiki rüzgardan belli ki film, “Yıldız Savaşları”nı geçecek… Yani çocuklarımız “Avatar” oyunlarıyla büyüyecek, okul çantasında filmin logosu, duvarda afişi, yastığın üzerinde Neytiri bebeği olacak. Zihinleri böyle şekillenecek… Emperyalizm dünyaya verdiği zararı artırdıkça, “Keşke Pandora’da yaşasaydım” diyen iyi niyetli ama saf insanların sayısı da artacak, bu da satışları daha da yükseltecek.

Ama birileri çıkmış bu filmin anti-emperyalist olduğunu iddia ediyor.

Kalem sahiplerinin, hele de günlük gazetelerde yazarak on binlerce insana ulaşan sinema eleştirmenlerinin bu kadar cahil olmaya hakkı yok.

Çünkü anti-emperyalist sandıkları film, kültür emperyalizminin en görkemli “proje”lerinden biri.

Cameron’ın asıl bildiği de işte bu: Kültür emperyalizmi eski sömürge zihniyetine benzemez, çok daha güçlü ve pek bir sinsidir.

O kadar ki Truva atını kapının önüne bırakmakla kalmaz, alkışlarla içeri alınmasını da sağlar…

5 Mart 2010