Copyright © 2014 - Tamer Baran - Tüm Hakları Saklıdır.
Bu blogta yer alan yazılar (içerik), 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince eser sahibi olan Tamer Baran'a aittir. Söz konusu içerik eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz,yayınlanamaz...

22 Şubat 2010 Pazartesi

Sükut altın değildir

Devlet para verecek, adam kafasındaki filmi yapacak, film iyi mi kötü mü işin o kısmı tartışmaya açık kalacak ve daha önemlisi seyirci filme gitmeyecek. Sonra da aynı adam kalkıp “ciddi olmayan, kötü bir film yaptığını” ilan edecek. Tüm bunlardan sonra, düşünsel planda karşıtlarından eleştiri geldiğinde onları yalancılıkla, klip çocuğu olmakla, tutuculukla, fanatiklikle, heykel yıkan Refah Partililere benzemekle suçlayacak. (...)Sinemamızın bunca sorununun olduğu bir dönemde seyirciyi hiç kaale almayarak genel olarak sinemamızın seyirci sayısının düşmesine katkıda bulunmak büyük bir zarar değil mi?

Antrakt 36’daki Sinan Çetin röportajıyla başlayan polemiği nasıl değerlendirmeli?

Ya da: Hangi kargaları ürküttük?

Tüm bu polemiği düz bir mantıkla Özgentürk-Çetin kavgası gibi görmeyip derinlemesine incelersek çok ilginç sonuçlar çıkıyor.

Ortada sadece iki yönetmen değil, Ali Özgentürk ve Sinan Çetin’in temsil ettikleri iki ayrı sinema ve yaşam anlayışı var. Sinan Çetin kotardığı filmlerle, klip ve reklam yönetmenliği yapmasıyla, savunduğu düşüncelerle belli bir bakışı yansıtan bir sanatçı. Buna kimileri “Amerikancılık” diyor; ama çok genel bir çerçeveyle, sinemanın seyirci için yapılması gerektiğini savunduğunu söyleyebiliriz. Neden öteki düşünce biçiminin temsilcisi kabul edildiğini anlamadığım, ama en azından bu polemikte ön saflarda çarpışan Ali Özgentürk ise, “yükselen değerler” falan gibi birtakım laflarla konuşurken alttan alta bize bir mesaj aktarıyor: “Sinema seyirci, yani para için yapılmamalıdır.”

Tabii ki tüm bunların yönetmenlerin yaşama bakışlarıyla da ilintisi var doğal olarak.

“Üslup manevi bireyselliğimdir”
Polemiğin bir başka özelliği ise küfür ve hakaretin bolca kullanılması. Bu eleştiriliyor, üslubun öneminin altı çiziliyor.

Express’deki söyleşide Ali Özgentürk de üslubun önemine değiniyor ve benim bu noktayı anlamadığımı söylüyor. Kendisine teşekkür ediyorum uyarısı için.

Üslubun önemini anladığımı sanıyorum. Çetin’in üslubuna müdahale etmeyi reddettiğimi, insanların diledikleri üslupla konuşmalarından yana olduğumu geçen sayı yazmıştım zaten (“Kara Göründü” başlıklı yazı).

Yine üslubun önemiyle ilgili Özgentürk ve benzerlerinin anlamadıkları bir şey var gibi geliyor bana: Öneminde hemfikir olduğumuz, yalnızca konuşurken ya da yazarkenki üslubumuz değil, insan ilişkilerinde, yaşama yaklaşımımızda kullandığımız üslup da, film çekme üslubumuz da çok önemli. Sinan Çetin söyleşisinde ve benim diğer yazılarımda getirilen eleştiriler bu noktaya değiniyor zaten. Örneğin Ali Özgentürk’ün film çekme biçimi, bir yönetmen olarak varolma üslubu eleştiriyi hak ediyor bence.

Devlet para verecek, adam kafasındaki filmi yapacak, film iyi mi kötü mü işin o kısmı tartışmaya açık kalacak ve daha önemlisi seyirci filme gitmeyecek. Sonra da aynı adam kalkıp “ciddi olmayan, kötü bir film yaptığını” ilan edecek. Tüm bunlardan sonra, düşünsel planda karşıtlarından eleştiri geldiğinde onları yalancılıkla, klip çocuğu olmakla, tutuculukla, fanatiklikle, heykel yıkan Refah Partililere benzemekle suçlayacak. Sayın Özgentürk anlıyor mu bilmiyorum ama, tüm bu söylediklerindeki hırçın üslubu çok tuhaf, yararsız ve hatta bence sinemamız adına ciddi kayıplar doğuruyor. Sinemamızın bunca sorununun olduğu bir dönemde seyirciyi hiç kaale almayarak genel olarak sinemamızın seyirci sayısının düşmesine katkıda bulunmak büyük bir zarar değil mi?

Antrakt’ı “küfürname” olarak niteleyen bir yönetmenin üslubun önemi üzerine ahkam kesmeye ne kadar hakkı olabilir ki?

Özgentürk’ün polemiği kullanırken sürdürdüğü üslup tümüyle evlere şenlik zaten.

“Geyik muhabbeti”nden sıyrılmak
Üslup ne olursa olsun bu polemiğin sinemamıza ciddi bir katkıda bulunduğunu düşünüyorum. Bir kere, sinemamızın yıllardır bilinen ve artık ne yazık ki hep aynı konuşmalarla sürdürülen, o yüzden de “geyik muhabbeti”ne dönüşmüş sorunları şimdi daha değişik bir çerçevede tartışılıyor. Çünkü nihayet bir yönetmen çıktı ve “Devlet yardımı kaldırılsın” dedi. Bu çok önemli.

Yine Sinan Çetin daha önce kimi gazeteci-sinema yazarı arkadaşların değindiği noktalara değindi. Atılgan Bayar’dan Kürşat Başar’a, Hülya Arslanbay’dan Uğur Vardan’a kimi yazarlar yönetmenlerimizin yanlış yolda olduklarını söylemişler, filmleri kötü bulduklarını açıklamışlardı. Ama şimdi bir yönetmen, Türkiye’de sinema yapmanın zorluklarını bilen birisi “Bu filmler kötü” dediğinde yarattığı etki değişiyor. Sinema yazarı aynı cümleyi kurduğunda yönetmen “Siz film çekmenin zorluklarını biliyor musunuz bakalım?” diyebiliyordu ama bunu Sinan Çetin’e söyleyemiyorlar, söyleseler “Biliyorum, eee n’olmuş?” yanıtını alabilirler. Elimizdeki ikinci artı da bu.

Yönetmenlerimizin içinde bulundukları durumun daha gerçekçi bir analizi başka bir yönetmenin referansıyla mümkün olabiliyor. Diğer yönetmenlerin Çetin’e saldırmalarının ardında da bu gerçeklerin ortaya çıkması yatıyor olsa gerek. Herhalde bu nedenle polemiği “çarpıtma”larla sürdürüyorlar.

Aslına bakarsanız kibarlık olsun diye “çarpıtma” diyorum, yoksa öyle cümleler var ki resmen “yalan”. Örneğin Özgentürk Express’teki röportajında aramızda geçen telefon konuşmasındaki bir cümlesi için “Ben öyle bir şey söylemedim” diyor. Bir gazeteciye telefon açıp eleştiriyor, küfrediyor, işini engellemeye çalışıyor, hatta tehdit ediyor; tüm bunlar yazılınca da inkar edip geçiyor. Hani derler ya: “Oh ne âlâ memleket!..”

İkimiz arasında geçmiş bir konuşmayı kanıtlayamayız nasılsa, iyisi mi bunu geçip çarpıtmalara gelelim.

“hareketli görüntü”
Çeşitli tür ve biçimi bulunan çarpıtmalar içinde beni en çok güldüreni “Sinan Çetin de parasını sinemadan kazanmadı ki!” cümlesi oluyor. Bu cümle sıkça geçiyor ve ben de sıkça gülme imkanına kavuşuyorum.

Çünkü efendim bu cümleyi bir kanıt gibi ortaya sürenler, “sinema” sözcüğünden tuhaf, kolay anlaşılmaz ve anlatılmaz bir şey anlıyorlar. En kestirme biçimiyle kastettikleri “uzun metrajlı konulu filmler”, yani sinema filmleri oluyor. Oysa bir sinemacının bilmesi gereken en temel derslerden biri sinemanın tanımıdır. Sinema “hareketli görüntü” demektir. Sinemanın sesi olması gerekmez örneğin, ama hareketi olması gerekir, çünkü hareket etmeyen görüntü fotoğraf olur.

Bu kısa tanımda anlaşılmayacak bir taraf yok; ama devamı biraz akıl çalıştırmayı gerektiriyor. Sinema hareketli görüntü demekse her hareketli görüntü sinema mıdır? Video klip de, reklam filmi de sinema mıdır?

Evet. Belgesel de sinemadır, reklam da, kısa film de, TV’de gördüğünüz her türden şey de. Bir video klipte de uzun metrajda yaptığınız işlemleri yaparsınız, orada da kameraya, görüntülere, oyunculara, kurguya, müziğe, sese ihtiyacınız vardır. Reklam filmiyle uzun metraj arasındaki en temel fark olsa olsa süreleridir, ikisi de filmdir, ikisi de sinemadır, ikisi de “ticari”dir ve birini TV’de ötekini sinemada seyirciye sunmak o kadar da önemli bir fark değildir.

Bu nedenlerle, bizim Türkiye’de hâlâ sinema ve diğerleri diye ayırdığımız tüm bu türler yurtdışında aynı kategoride görülüyor ve hepsine birden “Moving image”, yani “hareketli görüntü” deniyor. Aynı kavramı sevgili Hüseyin Kuzu sinemamıza kazandıralı da iki yıl falan oldu herhalde.

Durum böyle olunca Sinan Çetin’in parasını nereden kazandığı tartışması anlamsızlaşıyor. Geriye ise “Sinemacılar arasında yaşanan bir polemikte sinemanın en temel tanımına bile aykırı düşmek ne menem bir entelektüelliktir?” sorusu kalıyor.

Küçük bir not da düşeyim: Klip ve reklam çekmeyi onursuzluk sayıp seyircinin ilgisini çekebilen filmler yapmayı da beceremeyen bir yönetmen olarak devlete avuç açmaktansa, bırakın reklam çekmeyi, müteahhitlik yapmak bile çok daha iyidir bence. Hele de oradan kazandığınız parayla sinema filmi yapıyorsanız çok daha onurlu bir tavırdır.

Daha onurludur çünkü o sinemacı seyircisiyle yüz yüze kalmayı yeğliyordur. Bunun aynı zamanda bir risk demek olduğunu, Sinan Çetin gibilerin kazandıklarını bir filmle batırabileceklerini tüm sinemacılar bilir zaten. Bir yanda böyle bir tavır var, öte yanda kendi parasını ortaya sürmeden, hiçbir risk almadan film çekmeye çalışanlar…

Ne seyircinin, ne eleştirmenlerin saygısını kazanan filmler yapacaksınız, size karşı çıkanları da susturmaya çalışacaksınız, bu düzen böyle gitsin isteyeceksiniz. İşte bu, en hafif deyimle “ayıp”tır.

Biz Murtazalar
Bir başka ayıp ise Sinan Çetin ve beni “Amerikan sinemasının Murtazaları” diye nitelemektir. Cumhuriyet’te yayımlanan, Ali Özgentürk ve Onat Kutlar’ın Sinan Çetin’e yanıt verdikleri haberin başlığı olan bu ifade sanırım beni de kapsıyor. Zaten oradaki “lar” ekine girebilecek fazla sinemacı da yok. Bu nedenle, Çetin’le söyleşi yaptığım için ben de Murtaza oluyorum herhalde. O yüzden, isterseniz “Kendi kendine gelin güvey olmuş” deyin ama ben Murtazalığı üstlenip tartışmayı sürdürmek istiyorum.

Özgentürk gibi düşünmeyenler, onun ifadesiyle “yalnızca ‘The Flintstones-Taş Devri’ sinemasını savunuyorlarmış. Bu, tek tip bir kültürü savunmakmış” vs. Kendileri buradan hareketle Çetin ve benzerlerini, içinde sadece orak çekicin olduğu sanatı savunanlardan farksız gördüklerini ilan ediyorlar.

Sayın Özgentürk’ün neyi nasıl gördüğü inanın hiç umurumda değil; ama burada sinema bakımından önemli, o yüzden tartışılması gereken bir şeyler var.

Önce şu ayıbı ortadan kaldıralım: Sinan Çetin yalnız Antrakt’takinde değil, bildiğim hiçbir röportajında ”En çok satan film en iyi filmdir” gibi bir ifade kullanmadı. Konuyla ilgili söyledikleri Antrakt’taki röportajda çok açık ve geniş biçimde ifade edilmiş; Özgentürk ve başka meraklılara hatırlatayım: “İyi film, bugün ya da yarın, belki 5, belki 10 yıl sonra, ama mutlaka seyircisini bulur.” Çetin’in cümlesi tam da buydu.

Bu cümleden ne gibi anlamlar çıkar? Ters önermeyle “Bugün ya da yarın iş yapmayan film kötüdür” sonucuna ulaşmak mümkün. Ama istediğiniz tarafından bakın, Özgentürk’ün çıkarttığı sonuç çıkmıyor. Çıkamaz da çünkü burada bir çarpıtma var.

Oysa Çetin’in cümlesi önemli. Çünkü oradan hareketle, filmlerimizin neden iş yapmadığı ve hatta neden salon bulamadığı üzerine akıl yürütebilir, krizi atlatmamızı sağlayacak ya da en azından yardımcı olacak çözümler üretebiliriz. Bu anlamda “Çıplak”a neden 5 bin kişinin bile gitmediği önemli bir soru. Çünkü ticari başarı sinemamız için çok önemli. Seyircisi olmayan bir sinema yaşayamayacağı için sinemanın sorunlarını bile tartışmanın bir anlamı yok. Önce seyirci gelmeli filmlerimize.

Şu son cümleden de tuhaf sonuçlar çıkarabilirler, iyisi mi biraz daha açayım: Seyirci için yapılan filmler sanattan tümüyle uzak eserler demek değildir. “Para kazanmak için film yapan sinemacı sanatı zerre önemsemiyordur” diyemezsiniz. Bunu dediğinizde Hollywood ürünü filmlerin bir bölümünün ulaştığı sanatsal düzeyi açıklayamazsınız. Son günlerin beğenilen filmi “La Reine Margot-Kraliçe Margot” da seyirci için yapılmıştır, Türk sinemasındaki yerine kimsenin pek itiraz etmediği Yılmaz Güney filmi “Umut” da, “Çıplak” filmi de… Salonlarda gösterilen bir filmin yönetmeni filmini seyirci için yapmadığını savunamaz, bunu yaparsa filmi neden salonlarda gösterime soktuğunu açıklayamaz…

Zaten tüm bunları tartışıyor olmamız abes…

Çünkü sinema para getirmek zorundadır.

Çünkü sinema pahalı bir sanattır.

Çünkü sinema seyircisi olmaksızın bir hiçtir…

Seyirciyi adam yerine koymak
İşte bu noktada benim söyleyeceklerim var: Bir seyirci olarak ben “adam yerine konmamı” talep ediyorum. Seyircisini hiç hesaba katmayan, kafasına göre bir film yaptıktan sonra salon aramaya başlayan yönetmen ve/veya yapımcı tipi hiç ilgimi çekmiyor. Birileri bizi ciddiye almalı diye düşünüyorum. Ve seyircisini ciddiye almayan sinemacıların durumuna da hiç üzülmüyorum. Beceriksizliğin faturasının seyirciye ve eleştirmenlere çıkarılmasına ise hiç mi hiç tahammülüm yok.

Hele bu tip saldırılara… Bir yönetmen çıkıp filmlerinin kötü olduğunu söyledi diye ne yeteneksizliğini bırakıyorlar, ne tutuculuğunu… “Yükselen değerler”, “kültürün çöplüğü”, “klip çocuğu” gibi laflar gırla gidiyor. Kötü film yapıp, kötü film yaptığını söyleyene saldırmak, yönetmene “fanatik”, söyleşiyi yapan yazara “yalancı” demek, kolay iş. Zor olansa iyi film yapmak…

Aynı şekilde insanlara söylemedikleri sözleri yakıştırıp yanıtlamak da kolay. Örneğin bu “Taş Devri” meselesi hiç söylenmemiş bir tümceye dayandırılıyor. Sinan Çetin’in hiçbir söyleşisinde, benim hiçbir yazımda “Taş Devri gibi filmler dışında bir şey olmasın” gibi bir cümle yok.

Sayın Özgentürk nereden okumuş bu cümleyi de cevap vermekle kalmayıp, tuhaf akıl yürütmelerle daha ileriye sıçrıyor ve insanları fanatizmle suçluyor? Kimse “Hollywood ürünlerinden başka film olmasın” demiyor ki.

Tam tersine örneğin kendisi iyi bir film yaparsa en ateşli savunucularından biri ben olurum, film ister Yeni Dalga’ya benzesin, isterse hiçbir şeye benzemesin, “bir Ali Özgentürk filmi” olsun, kesinlikle savunurum, yeter ki iyi olsun.

O kadar çok ki çarpıtmalar ne saymakla biter, ne de yanıt vermeye yetişmek mümkün… Mesela bakın “Fakir sinemacı eşektir” cümlesinden sinemacı sözcüğü çıkarılıyor ve Özgentürk “fakirliği eşeklik olarak nitelediği için” Sinan Çetin’i kınıyor.

Hayali tiraj artışı
Benimle ilgili iddiası da çok ilginç: Express dergisinde açıkladığı üzre “Sinan Çetin’le söyleşi yaparsam, Ali Özgentürk’e laf atar, o da ona cevap verir, böylece de tirajımız artar” diye düşünmüşüm. Doğal olarak bu iğrenç niyetimi gün ışığına çıkarmak, beni dehşetle kınamak ve teşhir etmek de kül yutmaz hafiye Ali Özgentürk’e düşüyor.

Birincisi Anrakt’ın sahibi ben değilim, dolayısıyla tiraj falan gibi bir derdim yok.

İkincisi burası bir sinema dergisi; hem de -son haliyle- hiç popüler olmayan, laf aramızda pek de satmayan bir dergi. Özgentürk’ün teorisi doğru bile olsa bu söyleşi bize herhalde 100-150 tiraj kazandırır. Böyle bir tiraj artışı olduysa artı 150 tirajın getirdiği ek gelirle acaba patronumuz ne yapmış olabilir? Yat mı aldı acaba, parayı faize mi yatırdı, yoksa Antrakt çalışanlarının maaşlarını makul bir düzeye mi çıkardı? Görebildiğim kadarıyla eski işyerimde böyle bir değişiklik yok.

Ayrıca sanki Emin Çölaşan-Mehmet Barlas polemiği gibi bir şeyden bahsediyoruz… İnsanların bu sinema polemiğiyle ne kadar ilgilendiği o kadar belirsiz ki kime ne satıyoruz da tiraj kazanacağız? Sinemamızın sorunları üzerine herkes bir şeyler konuşuyor ama gerçekten ilgilenen, gerçekten düşünen ve bilgiyle konuşan kaç kişi var?

Dördüncüsü alt tarafı üç kişinin çalıştığı bir aylık dergide kimsenin bu tür polemikleri “planlayacak” hali de, vakti de yok.

Ali Özgentürk’ün kendini bu kadar önemsemesi beni üzüyor... Bir kez daha belirtiyorum, benim o röportajı yaparken tek niyetim Sinan Çetin’i konuşturmaktı. Sorduğum sorular da ortada, yanıtları da. Bu söyleşiye üçüncü şahıslardan yanıt gelebileceği aklımın ucundan bile geçmedi.

İnsan utanır…
Sözün kısası bu cümlenin kendisi büyük bir terbiyesizlik… İnsan utanır şu lafı ciddi bir şey gibi ortaya atmaya. İnsan utanır, genç bir sinema yazarını “komplo düzenlemekle” suçlamaya… Hele bir de yönetmense bunu yapan, 10 kat utanmalı.

Aslında ne bu tür görüşleri, ne de bunları dile getirenleri ciddiye almanın gereği yok. Ama Türkiye’de yaşamak insana şunu öğretiyor: “Haksızı ciddiye almamak haklıya da darbe indirmek demektir.”

Biz sustuğumuz sürece onlar konuşmayı sürdürüyorsa sükut altın değildir.

Antrakt, Sayı: 38, Kasım 1994

1 yorum:

  1. ben üniversiteyi bitirmiş ve her şeyden önce iyi bir izleyici olmaya çalışan biri olarak konu hakkında görüşlerimi belirtmek isterim.
    bana göre;
    filmler elbette izleyiciler için yapılır. bu yüzden de sanatçı her şeyden önce izleyicileri muhattap almalıdır. ancak amacı sadece seyirci toplamak olan filmler genelde niteliksiz olur. amaçlarına ulaşırlar ama çok çabuk tüketilirler. seyirci, klasik tüketici mantığıyla eğlence için gelir filme ve daha fazlasıyla ilgelenmez. buna rağmen çok seyirci toplamış ve sanatsal kaygısı olan, çabuk tüketilmeyen film örnekleri vardır. ancak bu orta yolu bulmak çok kolay olmasa gerek ki bu örnekler pek azdır. bazı filmlerde çıktığı dönemde seyirci toplayamıştır ama sinan çetin'in de bahsettiği gibi zaman içinde seyircisiyle buluşmuştur. bu noktada bir yönetmen de film yaparken eğer seyirciyi önemsemiyorsa, olsa olsa gişe hasılatını önemsemiyor olabilir. ancak bu tavrı takınıp tarihte değerini bulacak ümidiyle saçma sapan, kötü filmlerde yapılmıştır. ama (bir değişken daha) bazı filmler saçma sapan mıdır değil midir ona aslında tarih karar verecektir. her ikisi de olabilir. tabi bir de film festivalleri var. avrupadaki festivaller özellikle bu konuda bir karar merci sayılırlar. bir de sanki sanantçının(ya da yönetmenin) samimiyeti eninde sonunda ortaya çıkıyor.

    düşüncelerim karışık değil ama çok fazla parametre olduğu için karışık gibi durdular. bütün bu değişkenler içinde yönetmen, sanat filmi çekiyorum tavrıyla kariyerine girişiyorsa ve başarısız oluyorsa işini bir yana bırakıp saldırganlaşmaya başlayabilir. aynı şekilde gişe filmi yapıp, para kazanıyor ama saygı göremiyorsa yine saldırganlaşabilir(saldırganlaşıyor da). ama işini iyi yapanlar çoğu zaman işlerine bakıyor.

    bir de madalyonun seyirci yüzü var. futbol takipçileri örneğin, futbolla ilgili bol bol okuyup araştırma yaparlar, avrupadaki ligleri takip ederler. sinema seyircisi de böyle olmalı aslında. sinemayla ilgili araştırmalar yapsalar, okusalar falan hem sinemadan daha çok zevk alacaklar hem de ilgi gösterdikleri filmler değişecek. böylece üretenin(sanatçı ya da tüccar) de ikircikliği bir nebze ortadan kalkacak. aslında problemin büyük kısmı seyirci de ancak bu problem sinemanın kendi problemi değil. genel "tüketim toplumu" problemi. sistem problemi.

    sonucu sisteme bağladığıma göre gidebilirim:). iyi günler..

    YanıtlaSil