Copyright © 2014 - Tamer Baran - Tüm Hakları Saklıdır.
Bu blogta yer alan yazılar (içerik), 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince eser sahibi olan Tamer Baran'a aittir. Söz konusu içerik eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz,yayınlanamaz...

4 Şubat 2010 Perşembe

Karındeşen Jack, Mavi Sakal’la buluşuyor

Filmdeki öteki katil de koleksiyoncu, buzdolabındaki ayaklar çok da önemli değil, o asıl, diğer seri katiller gibi, hoyrat elleriyle boğduğu son çığlıkları ve öldürme zevkini doyasıya yaşadığı anları, anıları biriktiriyor.
Nick Mavi Sakal’la özdeşleşiyor, Rudolph ise Karındeşen Jack’le...


İki üniversite öğrencisi kendi arkadaşlarından birini öldürür, kurbanın tanıdığı bir grup insanı (sevgilisi ve babası da dahil) evlerine davet eder, cesedin konduğu sandığın üzerine kurulmuş sofrada yemek yedirirler.

“İki katil” filmlerinin en güçlü örneklerinden biri olan 1948 tarihli Hitchcock klasiği “The Rope-Ölüm Kararı”nı anımsamamız kaçınılmaz, çünkü “Scream-Çığlık” filmlerinin ardından “Kızları Öp”te de iki katile yer verilmesi, hızla yaygınlaşacak bir eğilimin habercisi gibi görünüyor.

“Katil kim?” sorusuna odaklanan klasik polisiye eski gücünü çoktan yitirmiş durumda, türün içerdiği lezzeti sevenlerin oranı giderek azalıyor.

Öte yandan 80’lerin modası “gore” filmleri çoktan tükendi; çok sayıda insanı, teker teker öldüren “manyak”lar eskisi kadar ilgi çekici aslında, ama artık seyirci kan banyosu izletmekten başka hedefi yokmuş gibi görünen zeka seviyesi düşük filmlerden bıktı.

Öyleyse bu iki türü harmanlamak gerekiyor.

Kevin Williamson da bunu yaptı, “gore” filmleriyle büyümüş olmasının avantajını akıllıca değerlendirdi, pek çok buluş içeren “Çığlık” filmiyle korku sinemasını yenilemeye girişti. Temel yöntemi “slash”i “katil kim”e dönüştürmekti, eli bıçaklı katilin kimliğini polisiye trüklerden yararlanarak gizli tuttu ve finalde iki kişi olduklarını açıkladı.

Seyircinin bir katil olduğu düşüncesine saplanıp kalmasına yol açan alışkanlıklarından akıllıca yararlanan Williamson’ın bu sürprizi, polisiyenin de işine yarayabilir, fakat artık seyirci o kadar çok katil ve cinayet gördü ki, suç ortaklığı öğesi seri katillere uygulanmaz ve klasik polisiye trükleriyle harmanlanmazsa işe yaramazmış gibi görünüyor.

“Kızları Öp”te yapılmaya çalışılan da bu. Pek becerildiği söylenemez, çünkü filmin senaryosu ciddi hatalar barındırıyor, üstelik literatüre hakim olmayan bir kalemden çıktığı çok belli. Yine de içerdiği dramatik malzeme çeşitli yönleriyle hayli ilginç.

“Koleksiyoncu”
Filmdeki katillerin özelliklerini anımsayalım: İkisi de genç kızları hedef alıyor ve koleksiyon yapıyorlar. Cesetlerden kestiği ayakları biriktiren Dr. Rudolph bir gecelik aşkın peşinde koşuyormuş numarasıyla baştan çıkardığı kızları öldürüyor. Canlı kız koleksiyonu yapan Nick ise aşkına karşılık vermeyen kurbanlarını ölümle cezalandırıyor.

Biri için öldürme asıl amaç, öteki içinse asıl hedefe ulaşamadığında başvurulan son çare.

Nick üstün özellikleri olan kızları kaçırıyor, bir mahzene kapatıp kendisine aşık olmalarını bekliyor. Kazanova adını almış, kendisini dünyanın en büyük aşığıyla özdeşleştiriyor, kaçırdığı tüm o kızları kelimenin tam anlamıyla sevdiğini sanıyor, aşkına karşılık beklemeyi doğal buluyor.

Senaryo bu noktanın üzerinde pek durmasa da Nick filmin en trajik kişisi, o bir “aşk dilencisi” bile değil, aşkı zorbalıkla elde etmeye çalışıyor.

Aynen John Fowles’ın 1965’te William Wyler tarafından sinemaya aktarılan ünlü romanı “Koleksiyoncu”da olduğu gibi.

Fred’in “uzak prenses” kategorisinin en değerli üyesi, hep uzaktan sevdiği resim öğrencisi Miranda’yı kaçırması, ancak saplantılı bir beynin üretebileceği bir ana fikre yaslanan, temelde umutsuz bir girişimdir: “Sıradan bir şekilde onunla asla tanışamayacağımı düşündüm, ama benimle beraber olursa iyi yönlerimi görüp anlayabilecekti.”

Fowles bunun mümkün olamayacağı inancındadır, Pedro Almodovar ise tersini savunur. 1990 yapımı “Atame-Bağla Beni”de kaçırılan kadın erkeğin “iyi yönlerini” keşfeder, aşkına karşılık verir.

Metin Erksan’ın 1968’de çektiği ünlü “Kuyu” filminin defalarca kaçırılan kadın karakteri Fatma ise kim bilir kaçıncı kez evliliğe zorlandığında, olumsuz yanıt vermesinin yeni bir tecavüz anlamına geldiğini bildiği halde şöyle konuşur: “Ancak ölüm sana evet der.”

Fatma bu ölümcül oyunun temel kuralını anlamıştır: Ya aşk, ya ölüm.

Aslında kadınla erkeğin konumları gereği iki seçenek yoktur ortada, oyunu sahneleyen sapkın beyin var olduğunu sanmaktadır. O yüzden kuralı “Ya aşk, ya ölüm” biçiminde koyar ama her seferinde oyun ölüm sahnesiyle biter.

“Kuyu”da ölüm uzun süreli esaret, ruhsal baskı ve tecavüzün cezasıdır. “Koleksiyoncu”da ise, her türlü yolu denemelerine karşın iletişim kuramayan kızla erkeği çaresiz bırakan koşullar ölümü doğurur.

“Özel” olduğu için seçilmiş ve “sevilmeye layık görülmüş” kurban, erkeğin “iyi yönlerini” anlayamaz ya da değer vermezse, kaçmaya kalkışarak eski yaşamını, “ideal sevgili”yle mutluluğa yeğlediğini kanıtlarsa aşk yerini nefrete bırakır. Artık o, “yüce duyguları” anlayamayacağını kanıtlamış bayağı bir kadındır, özel olduğunu sanmanın bir hata olduğu anlaşılmıştır.

Buraya kadar Fred’le aynı mantığı izleyen Nick, daha sapkın bir beyne sahip olduğundan nefretinden kayıtsızlık değil ölüm yaratır, kurbanının idamına hükmeder. Cinayet aslında sıradan olmanın cezasıdır, umutsuz güven arayışının boşa çıkmasının acısı, her erkeğin reddedildiğinde yaşadığı çaresizlik ve düş bozumuyla birleşir, büyür, ürkütücü boyutlara varır.

İnfazı uyguladığı an Nick, Mavi Sakal’la özdeşleşir.

“Blue Beard”
Yedi eşinin mumyalanmış cesetlerini sakladığı odanın anahtarını kesin bir uyarıyla sekizinci karısına veren Mavi Sakal’ın adına ilk olarak Fransız yazar Perrault’nun “Peri Masalları” başlığıyla 1697’de yayımlanan kitabında rastlanıyor, yazar masalları derlediğine göre Blue Beard’ün kökeni çok daha eskilerde olmalı.

İnsanlığın ortak kültürel mirasının bir öğesi olarak yüzlerce yılı aşmasını sağlayan özellikleriyle Mavi Sakal, “Kızları Öp” romanının yazarı James Patterson’dan önce Claude Chabrol’dan Edward Dmytryk’e bir dizi yönetmeni etkilemiş, çoğu kendi adını taşıyan onlarca filme esin kaynağı olmuştu. Alfred Hitchcock 1943’te yaptığı “Shadow of a Doubt-Şüphenin Gölgesi”nde gerilimi, çok sevdiği dayısının aranan “şen dul katili”nin ta kendisi olduğunu keşfeden yeğenle onu öldürmeye çalışan dayı arasında kurmuş, dört yıl sonra Charles Chaplin “Monsieur Verdoux” ile hem kendisinin, hem de bu klasik öykünün en başarılı filmlerinden birini ortaya koymuştu.

Bob Rafelson’un 1986’da çektiği “The Black Widow-Kara Dul”da ise zengin kocalarının katili ile cinayetleri kanıtlamaya çalışırken “kara dul”un cazibesine kapılan Adalet Bakanlığı’nın kadın dedektifi arasındaki gerilimli ilişkiyi izlemiştik.

Cinsiyeti değiştirerek ele alındığında da Mavi Sakal aynı kışkırtıcı özelliklerini koruyor: Tarihin en eski seri katili ve koleksiyoncusu o, yüzlerce esere ilham vermesi doğal, yüzlerce kurbanın yüzüne onun gölgesi düşüyor.

“Karındeşen Jack”
“Kızları Öp”teki diğer katil de koleksiyoncu, buzdolabındaki ayaklar çok da önemli değil, o asıl, diğer seri katiller gibi, hoyrat elleriyle boğduğu son çığlıkları ve öldürme zevkini doyasıya yaşadığı anları, anıları biriktiriyor.

Nick Mavi Sakal’la özdeşleşiyor, Rudolph ise Karındeşen Jack’le.

Jack the Ripper, mitoloji ya da masal kahramanı değil; 1888’de Londra’da dehşet saçan gizemli katile bu isim takılmış, Jack “sokaktaki adam” anlamında kullanılıyor, “ripper” ise “kesici, yarıcı, dikiş sökmeye yarayan bıçak” demek (yaşam şakacı; aynı sözcük “çok hoşa giden şey” anlamına da geliyor). Bu isimlendirme çok anlamlı, çünkü Jack bir dizi fahişeyi “karınlarını deşerek” öldürmüş, üstelik asla yakalanmamış.

Bu özellikleri yüzünden onun da Mavi Sakal gibi onlarca filme ilham kaynağı olması kaçınılmaz.

Bu filmlerden en eskilerinden biri yine üstadın imzasını taşıyor. Klasik Hitchcock yapı ve öğelerini barındıran ilk filmi 1926 yapımı “The Lodger-Kiracı”da yönetmen Karındeşen Jack olduğundan şüphelenilen bir adamı konu alıyordu. “Kiracı”nın 1932, 1944 ve 1954’te yapılan üç versiyonunun ardından 1972’de yine Hitchcock aynı temaya el attı, “Frenzy”de hem seri katili, hem de masum olduğu halde suçlanan ikinci birini anlattı.

Christopher Lewis 1985 tarihli “The Ripper”da Jack the Ripper’ın yüzüğündeki “cin”in etkisi altına girdiği için bir dizi cinayet işleyen bir profesörün öyküsünü ele alırken üç yıl sonra Rowdy Herrington’ın çektiği “Jack’s Back”, adı üstünde, fahişe katilini 100 yıl sonraya ve Los Angeles’a taşıyor, aynı yıl David Wickles’ın yönettiği “Jack the Ripper”da Michael Caine, gerçek soruşturmayı yürüten Scotland Yard dedektifi Frederic Abberline’ı canlandırıyordu. Karındeşen Jack’in daha dolaylı etkisini taşıyan filmler ise o kadar çok ki saymak olanaksız. Örneğin “Halloween-Cadılar Bayramı”nın (John Carpenter, 1978) Michael Myers’i de “günahkâr” kızları öldürüyordu, 1960 tarihli Hitchcock klasiği “Psycho-Sapık”ın baş kişisi Norman Bates de.

David Fincher’ın şimdiden efsaneye dönüşen filmi “Se7en-Yedi”nin ürkütücü seri katili, 7 büyük günaha karşılık 7 cinayet tasarlarken şehvet günahını bir fahişenin simgelemesini uygun bulmuştu.

Norman Bates’de olduğu kadar, “Dressed to Kill” (Brian de Palma, 1980), “The Mean Season” (Phillip Borsos, 1985), “The January Man” (Pat O’Connor, 1989) ve “Silence of the Lambs-Kuzuların Sessizliği” (Jonathan Demme, 1992) filmlerindeki kadın katillerinde de Karındeşen Jack’in izi vardır, nedenleri ve yöntemleri farklı olsa bile.

Jack’i koyu bir nefret yönetir, yönteminden de bellidir bu. Karından alınan bıçak (ya da kurşun) yarasının en berbat ölüm şekillerinden biri olduğu biliniyor, üstelik uzun sürer son nefesin verilmesi, kurbanın yüzündeki dehşet ifadesi ve acıdan alınan keyif büyük olur.

Mavi Sakal’ın yöntemini belirleyense acıma ve pişmanlık duygularıdır, onun için de cinayet bir cezadır kuşkusuz ama nefretle işlenmez, eşlerinin boyunlarını tek darbeyle uçurur, çünkü yavaş gelen ölüm, boşa çıkan güvenin acısını da çoğaltır. Elini çabuk tutmasında gerçekten sevdiği bir kadını öldürmek zorunda kalmasının ve bir an evvel tam anlamıyla güvenebileceği yeni bir eş bulma zorunluluğunun da payı vardır belki.

Kendi şatosunun ıssız bir odasında cinayet işlemek Jack’e göre değildir, o ritüeli sever, kurbanlarına önce taş döşeli Londra sokaklarında yankılanan ayak seslerini duyurur, ürküntü, sisin yarattığı huzursuzluğa karışsın diye biraz bekler, bıçağını saplar, kurbanın ölüme kocaman açılmış gözlerinin önünde sislere karışıp gider.

Kuşkusuz bu son cümleler tümüyle kurmaca, ama Karındeşen Jack gerçekti, gazeteler tanıktı buna.

Başka zamanlarda, başka gazeteler Chicago’da iki gencin bir arkadaşlarını elbirliğiyle öldürdüğünü, İngiltere’de bir delikanlının sevdiği kızı kaçırıp üç ay esir tuttuğunu, Doğu Anadolu’da bir kızın, kendisini tam beş kez dağa kaldırıp defalarca tecavüz eden erkeği bir kuyuya gömdüğünü yazdılar.

İlk haber Patrick Hamilton’ın elinde bir oyun, Hitchcock’un yönetiminde film oldu, ikinciyi John Fowles, üçüncüyü Metin Erksan okudu.

Henri Landru, Albert DeSalvo, Richard Ramirez, Ted Bundy ve Henry Lee Lucas da yaşadılar, defalarca öldürdüler, cinayetleri, sözleri, mahkemeleriyle ünlendiler, gazetelere geçtiler, kitaplara, filmlere konu oldular.

Öldürerek ölümsüzlüğe ulaştılar.

Yaşam şakacı falan değil, kara mizah düşkünü.

Sinema, Sayı: 42, Haziran 1998

Kiss the Girls-Kızları Öp
Yönetmen:
Gary Fleder; Senaryo: David Klass (James Patterson'ın romanından); Yapımcılar: David Brown, Joe Wizan; Görüntü yönetmeni: Aaron Schneider; Müzik: Mark Isham; Kurgu: Armen Minasian, Harvey Rosenstock, William Steinkamp; Oyuncular: Morgan Freeman (Dr. Alex Cross), Ashley Judd (Dr. Kate McTiernan), Cary Elwes (Dedektif Nick Ruskin), Alex McArthur (Dedektif Davey Sikes), Tony Goldwyn (Dr. William Rudolph), Jay O. Sanders (FBI ajanı Kyle Craig), Bill Nunn (Dedektif John Sampson); 1997 ABD yapımı, 111 dakika; Gösterim tarihi: 24 Nisan 1998.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder