Copyright © 2014 - Tamer Baran - Tüm Hakları Saklıdır.
Bu blogta yer alan yazılar (içerik), 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince eser sahibi olan Tamer Baran'a aittir. Söz konusu içerik eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz,yayınlanamaz...

22 Şubat 2010 Pazartesi

Ateş, şofben ve sinemamız…

Dışarıda yaşayan ölüler dolaşıyor da olsa, şöyle ılık bir duş alamamak içinizi acıtır. Çünkü uygarlık bir gecede yaratılmamıştır; şofbenin veya cebe sığabilen bir çakmağın gerisinde insanlığın binlerce yıllık emeği ve birikimi vardır. Şofbeniniz yoksa, uygarlık tarihiyle ilişkiniz kesilmiş demektir, asıl kıyamet de budur

Muhteşem “Cast Away-Yeni Hayat” filminin en ilginç bölümlerinden biri ateş sekansıdır. Bir kaza sonucu düştüğü ıssız adada tek başına hayatta kalmaya çalışan Chuck, odun parçalarını birbirine sürterek ateş yakmaya uğraşır. Birkaç gün debelendikten sonra hedefine ulaştığında “Bak, ne yarattım” diye haykırır sevinçle: “Ateş yaktım”…

Dünya üzerinde ilk ateşin yakılmasının üzerinden belki de yüz binlerce yılın geçtiğini bilir Chuck, ama bilmesi bir işine yaramaz, zor durumdadır, en ilkel yöntemle ateş yakmayı öğrenmesi gerekir. Bireysel bir kıyamet yaşamakta olan Chuck için ateş, onun “yarattığı” bir şeydir…

“I’m Legend-Ben Efsaneyim, “Twelve Monkeys-12 Maymun”, “Mad Max” serisi gibi kıyamet sonrası temalı filmler bu açıdan çok önemli (ve çok da trajik) sahneler içerir. Örneğin “28 Days Later-28 Gün Sonra”da kahramanlarımızın sığındığı küçük askeri birliğin komutanı Binbaşı West, yaşadıkları konakta sıcak su bulunduğunu söyler: “Şofben yaptık. Uygarlığa ilk adımımız” der gururla… Adamlarının elde ettiği başarıyla böbürlenmekte haklıdır Binbaşı, sıcak su diye bir kavram zihninizde varsa, onu elde etmek de istersiniz. Dışarıda yaşayan ölüler dolaşıyor da olsa, şöyle ılık bir duş alamamak içinizi acıtır. Çünkü uygarlık bir gecede yaratılmamıştır; şofbenin veya cebe sığabilen bir çakmağın gerisinde insanlığın binlerce yıllık emeği ve birikimi vardır. Şofbeniniz yoksa, uygarlık tarihiyle ilişkiniz kesilmiş demektir, asıl kıyamet de budur.

Dolayısıyla kıyamet sonrası filmlerinde, şofben gibi araç ve makineler, hem somut, hem simgesel anlam taşır. Şofbeni tekrar yapabilirseniz, kendinizi gene insan hissedersiniz. Yapamazsanız, hayatınızı sürdürmekte de zorlanırsınız. “Ben Efsaneyim”in baş kahramanı Robert Neville’in yaptığı gibi, caddelerde sahipsiz duran binlerce arabadan canınızın çektiği birini seçip kullanabilir, isterseniz her gün araba bile değiştirebilirsiniz. Ama eninde sonunda tüm hepsinin benzini bitecektir çünkü artık dünyada petrol çıkaracak, işleyecek, satacak kimse kalmamıştır…

Kıyamet sonrası temasını işleyen filmler hakkında düşünmemin nedeni Türk sineması… Yeni bir sezon açılırken bizim kendi kıyametimize ve sonrasında hala devam eden toparlanma çabalarına aklım takıldı.

TV virüsü ile gelen kıyamet
Diğer tüm gelişmiş ülkelerde olduğu gibi, televizyonun yaygınlaşması ülkemizde de sinemaya ciddi bir darbe vurur. Bu, Türk sineması için gerçek bir kıyamettir. Çünkü 1914’te üretime başlayan sektör, hem etkinliğinin doruğundadır, hem de “televizyon virüsü” sinemamızı en yoğun olduğu dönemde, ama henüz o yoğunluğu sürekli kılacak kadar güçlenmemişken yakalar.

Agah Özgüç’ün kitaplarından öğrendiğimize göre, 1940’larda yılda çekilen film sayısı 15’i, 50’lerde 45’i aşmış, 1960’ta 81 film çekilirken, sadece on yıl içinde üretim üç katına yükselmiş, 1971’de 265 film yapılmış... 1972 tarihimizin en yüksek seviyesidir: tek bir yılda 301 sinema filmi çekilir.

Fakat ertesi yıl televizyon ülke genelinde yaygınlaşır, sinema “en ucuz eğlence” olma niteliğini yitirir. Salonlar hızla kapanmaya, çekilen film sayısı düşmeye başlar; sektör ağır kan kaybetmektedir... Salon ve film sayısındaki azalma, yukarda andığım filmlerde konu edilen salgınlara benzer; virüs o kadar hızlı yayılır ki, hemen 1973’te 209’a düşer çekilen film sayısı.

Sonuçsuz çabalar
Kıyametin ardından, meseleyi çözmek adına geliştirilen çözümler de yetersiz kaldı. Sinemamız akıllıca bir manevrayla, aynen Holivud’un yaptığı gibi, evde TV başında oturmayacak kitleye seslenen filmler yapmaya başladı. Ama şu farkla ki: Holivud kalıcı bir çözüm bulmuş, her türden filmi gençler için, gençlerin hoşlanacağı tarzda yaparak krizi atlatmışken Yeşilçam’da seks-komedi filmleri yaygınlaştı. Aynı dönem, izleyicinin TRT ekranlarında göremediği unsurları sunduğu için seyirci toplayan üç tür film daha vardı salonlarda: Yılmaz Güney gibi yönetmenlerin çektiği sosyal-siyasal içerikli filmler, Orhan Gencebay gibi şarkıcıların başrolde olduğu arabesk ürünler ve Arzu Film ekolü, yani kalabalık kadrolu komedi-dramlar…

Bunlarla kalıcı bir çözüme kavuşamasa da kör topal ilerlemeyi sürdüren sinemamız, 1980’de bir küçük kıyametle daha sarsıldı: 12 Eylül darbesi sonrasında oluşan katı yönetim altında seks-komedi ve siyasi filmleri yapmak neredeyse imkansızdı. Bunlar dışındaki olumlu çabalar da sektörü eski canlılığına kavuşturmaya yetmedi. Sinemamızın tamamen bitip bitmediği tartışılırken bu kez imdada videonun yaygınlaşması yetişti. Neredeyse her sokakta bir dükkanın açılması, sektöre taze kan sağladı: Eski filmler video kaset formatında tekrar piyasaya sürüldü, doğrudan video pazarı için filmler çekilmeye başlandı, 1980 başlarında 70 olan film sayısı, on yılın ikinci yarısında 120 civarına yükseldi.

Fakat video da büyük bir hızla tüketildi, bu yeni gelir kapısının ömrü 10 yıl bile sürmedi. 1990’lara gelindiğinde sektör adamakıllı küçülmüş, yılda 30 film seviyesine inmişti.

Derken özel TV kanalları açıldı. Eski filmler bir kez daha para ederken, TV program ve dizileri de çoğaldı, hayatını sinema sektöründen kazanan kişiler rahatladı. Buna ek olarak Kültür Bakanlığı’nın filmlere maddi destek vermeye başlaması geleceğe ilişkin umutları yeşertti.

Geri dönüşsüz maddi desteğin olumsuz bir sonucu da oldu: Yapımcıların bir kısmı, filmin maliyetini Bakanlık ve/veya Eurimages gibi fonlardan karşıladıkları için seyirciyi hesaba katma gereği duymadan film üretmeye başladılar. Oysa artık Holivud, hiçbir zaman olmadığı kadar güçlü bir rakipti: 1989’da yabancı şirketlerin ticari faaliyetlerini ülke içinde sürdürmesine izin verilmiş, WB ve UIP Türkiye’de ofis açmış, salonları kendilerine bağlamaya başlamışlardı. Bunlar, ellerinde her yıl en az 100 film bulunan, çok büyük şirketlerdir, beğendikleri bir salona iki haftada bir yeni film verebilmektedirler, ama sadece kendi filmlerini göstermesi şartıyla (bu ikisine ek olarak, 20th Century Fox filmlerinin uzun yıllar Türkiye dağıtımını yapan Özen Film de aynı yöntemle çalışırdı)… Neredeyse 20 yıldır çok bunalmış olan sinema salonları için, yılda 26 yeni Amerikan filmini izleyiciye sunma imkanı fazlasıyla cazipti. Hele de Türk sineması (1990’lar boyunca, yılda ortalama) 45 film ancak üretebiliyorken (ki bunların çoğunun seyirciyle ilişkisi çok zayıftı, gişe gelirleri çok düşük olmaktaydı)...

1990’larda, Amerikan şirketleri yerli filmlerin de dağıtımı yaptığı ve en azından büyük kentlerde salon sayısı yeniden yükselmeye başladığı için filmlerimizin afişe çıkamaması gibi bir sorun artık yoktu ama hala “kıyamet sonrası”nın sıkıntıları bitmemişti, örneğin 1992’de gösterime giren filmlerin 121’i (%72’si) Holivud ürünleriydi ve sadece 10 Türk filmi afişteydi. Daha kötüsü, aynı yıl “Hot Shots” filmi tek başına 506 bin seyirci toplarken, 10 yerli filmin toplam bilet sayısı 310 bine ancak ulaştı.

Nihayet tedavi yakınlarda
Neyse ki 1993 müjdeli bir yıldı: Neredeyse 20 yıldır ilk kez bir Türk filmi yaklaşık 400 bin kişi tarafından izlendi ve gişede 5. oldu. İzleyen yıllarda “Amerikalı”nın bu başarısını aşan birkaç film daha çıktı, “Ağır Roman” gibi 1,5 milyon seyirci toplayan eserler görüldü ve 1996’da “Eşkıya” sinema tarihimizin akışını değiştirdi… Tek bir filme neredeyse 2,5 milyon bilet kesildiğini gören sektör kolları sıvadı:

O günden bugüne, “Eşkıya”nın seyirci sayısını geçmeyi başaran 8 yerli film çıktı (1990’dan beri aynı başarıyı gösterebilen tek bir yabancı film vardır: Yaklaşık 2,9 milyon bilet kesen “Titanic”…)

Yerli filmlerin pazar payı son 5 yılda %40 civarında gerçekleşti, yılda çekilen film sayısı ise ortalama 30…

Birkaç kuşaktır seyircinin Holivud filmleriyle yetiştiğini nihayet anlayan sinemamız, teknik kaliteye önem verir hale geldi, filmlerimizin görsel/işitsel seviyesi yükseldi.

Ve şimdi yeni bir patlama yaşanıyor: 2007’de 42 yerli film çekilmişken, bu yıl bu sayının 70’i geçeceği tahmin ediliyor.

Şofben üretebilmek
Fakat hala “ateşi yarattım” noktasından ileri geçemedik…

Çevremdeki insanlardan, okurlardan son 5 yıldır aynı cümleyi çok sık duyuyorum: “Bir daha asla bir Türk filmine gitmeyeceğim”… Bunu söyleyenlerin üniversite öğrencisi veya mezunu olmaları, toplumun kültürlü kesimlerinin sinemamızla bağının sanıldığı kadar iyi olmadığını gösteriyor. Hemen her yıl en az bir yerli film 1,5-2 milyon seyirci düzeyini aşıyor ama, genel olarak filmlerimiz büyük bir hayal kırıklığı yaşatıyor…

Yanlış anlaşılmasın, bu yazının amacı sinemamızı kötülemek değil; çakmağı anımsatmak. Ateş yakabilmemiz, yani kimi filmlerin yüksek sayıda izleyiciye ulaşması çok güzel ama, her seferinde odunları birbirine sürtmekten de yoruluyoruz, işin kötüsü ateş her zaman yanmıyor, bazen çok rüzgar oluyor, bazen odunlar nemli... Oysa bir çakmak yapmayı, hele hele şofben üretmeyi başarabilsek, irili ufaklı tüm krizleri rahat atlatır, geleceğimizi güvence altına alırız…

Televizyonun yarattığı kıyameti aynı şekilde yaşamasına rağmen, kalıcı çözümü bulduğu için Holivud’da film üretim biçimi hiç kesintiye uğramadı, filmlerin teknik seviyesi ve anlatım tarzı evrimleşti.

Bir başka deyişle: onlar benzin de, araba da nasıl yapılırdı hiç unutmadılar, teknolojiyi geliştirmeye devam ettiler ve daha usta sürücüler haline geldiler. Şimdi, kıyametten öncekinden çok daha sağlam, hızlı ve şık arabalarla dolaşıyorlar caddelerde.

Biz ise maalesef, altımızda bisiklet, ortalama teknik, sanatsal ve/veya ticari seviyeyi tutturan kişileri alkışlıyor, “ateşi yarattığı” için üstün hizmet madalyasıyla ödüllendiriyoruz. Gişe ve/veya festival ödülleri arttıkça kalıcı tedaviyi bulduğumuz yanılgısı yaygınlaşıyor.

2007’de hiçbir yabancı film 1 milyon seyirciye ulaşamadı, 4 yerli film bu düzeyi aştı. Fakat sadece bu sayılara bakmak yanıltıcı olur, yıl boyunca gösterilen 42 yerli yapımdan 23’ünün 100 binden az bilet kestiği de bir gerçek. Kıyameti nihayet aştık diyebilmemiz için, gişede çöken filmlerin oranının çok daha düşük olması gerekir.

Bunun yolu da seyirci ilgisizliğinin nedenlerini anlamaktan geçer. Filmlerimizde eksik olan nedir ki, giderek daha çok sayıda insan “Bir daha asla Türk filmlerine para vermeyeceğini” söylüyor?.. Ya bu kişilerin sayısı (yeni sezonda yaşanacak hayal kırıklıklarının da etkisiyle) çok artar ve bu durum, yeni bir kıyamet yaratırsa?..

Bunlar hacimli sorular, başka sayılara bırakalım, “ateşi yaratan” adamla yazıyı bitirelim:

Filmin son bölümünde Chuck, yıllar sonra adadan kurtulur, eskiden yaşadığı kente döner. Hoş geldin partisinden sonra, adada bulamadığı yiyeceklerle dolu masaya göz gezdirirken, bir mutfak çakmağı görür. Yakar, ilk kez görür gibi bakar, söndürüp tekrar yakar çakmağı, gene bakar aleve… Bakışlarında sayısız cümle vardır, ama hiçbirini dillendirmez; iş işten geçmiştir çoktan…

O yıllarca odun parçalarıyla boğuşurken, insanlık çakmak kullanmaya devam etmiştir…

Sinema, Ekim 2008

1990’dan bu yana en fazla izlenen yabancı filmler
01.01.1990 - 03.01.2007
1 Titanic 2.888.784
2 Lord of the Rings: The Fellowship of the Ring 1.759.705
3 Troy 1.692.458
4 Matrix Reloaded 1.470.316
5 Lord of the Rings: The Two Towers 1.459.205
6 Sixth Sense 1.428.659
7 Matrix 1.354.812
8 Lord of the Rings: The Return of the King 1.252.640
9 Harry Potter and the Philosopher's Stone 1.173.068
10 Mummy 1.113.166

1990’dan bu yana en fazla izlenen yerli filmler
01.01.1990 - 03.01.2007
1 Kurtlar Vadisi Irak 4.256.567
2 G.O.R.A. 4.001.711
3 Babam ve Oğlum 3.832.539
4 Vizontele 3.308.320
5 Vizontele Tuuba 2.894.802
6 Organize İşler 2.616.660
7 Hababam Sınıfı Askerde 2.587.824
8 Eşkıya 2.572.287
9 Kahpe Bizans 2.472.162
10 Hababam Sınıfı Üçbuçuk 2.068.165

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder