Copyright © 2014 - Tamer Baran - Tüm Hakları Saklıdır.
Bu blogta yer alan yazılar (içerik), 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince eser sahibi olan Tamer Baran'a aittir. Söz konusu içerik eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz,yayınlanamaz...

22 Ocak 2010 Cuma

Film kişileri

Her insanın sahip olduğu milyarlarla bile ölçülemeyecek kadar çok verinin tam bir kaydı, her bireyde mevcuttur. Ve tüm bu kayıtlar kişiyi an be an etkiler... Tüm bu bilgiler bize, her insanın muazzam bir büyüklük ve genişliğe sahip olduğunu ve herkesin benzersiz olduğunu anlatıyor

Karakter yaratmak, senaristliğin en önemli alanlarından biri. Öykünüze uygun, seyircinin ilgi ve sempatisini kazanabilecek karakterler yaratamıyorsanız başarılı senaryolar yazamazsınız. Çünkü seyirci öyküyü karakterler üzerinden izler… Öykü ve senaryodan, dolayısıyla da filmden aldığı zevk, karakterlerle kurduğu ilişkiyle doğru orantılıdır.

Karakterlerin önemine ilişkin değerli bir saptamayı Edward Dmytryk yapmış: “Herkes hikâyenin öneminden bahsediyor. Oysa karakterler daha önemlidir. İlginç iki karakter yaratın, onları karşılaştırın; hikâye çıkacaktır.” Kimi filmleri anımsadığımızda Dmytryk’in sözünün değeri anlaşılıyor. “Midnight Cowboy – Geceyarısı Kovboyu”, ayakta kalma çabası ve geleceğe dair düşlerini paylaşan iki ana karakterin ilişkisi üzerinde temellenir. Metin Erksan’ın “Kuyu”su ise “hayat”ın karşı karşıya getirdiği iki kişinin yaşadığı aşk ve nefret ilişkisinin öyküsüdür. Aynen Milos Forman’ın “Amadeus”u gibi… “The Good, The Bad & The Ugly” iyi, kötü ve çirkin olarak tanımlanan karakterlerin aralarındaki ilişkiden oluşan bir film olarak da okunabilir. “Kendini tanımak ve sevmek” temasını işleyen “Fight Club – Dövüş Kulübü”, Dr. Jekyll konumundaki Müfettiş (Edward Norton) ile altbeni Tyler (Mr. Hyde) arasındaki ilişki ve çatışmanın öyküsünü anlatır.

Bir düşünün: Tüm o iyi yaratılmış kötü adamlar olmasaydı bağrımıza bastığımız onlarca kahramanın değeri azalmaz mıydı? Örneğin Batman filmlerini ilginç kılan, kahramanlarımızın nitelikleri kadar Joker, Kedi Kız, Penguen gibi “kötü”lerin özellikleri değil midir?

Sanat tarihinde öyle karakterler vardır ki, belki de yaratıcılarından daha fazla ün kazanmışlardır: Don Kişot, Robinson Crusoe, Raskolnikov, Macbeth, Lolita gibi… Bu köşenin okurlarının ne kadarı Sherlock Holmes, James Bond ya da Süpermen’i yaratan yazarların adını biliyordur dersiniz?

Karakterlerinin özelliklerinin önemi büyük olduğu içindir ki Dostoyevski, Shakespeare gibi usta yazarlar bazı eserlerini başkişilerinin adlarıyla isimlendirir. Yani bizi hayata “Karamazov Kardeşler” ya da “Hamlet”in gözleriyle bakmaya davet ederler. Aynı yaklaşımla isimlendirilmiş kimi filmlerin elde ettikleri başarıda da ana karakterlerinin önemli pay sahibi olduğunu görürüz: “Citizen Kane – Yurttaş Kane”, “Psycho – Sapık”, “Alien – Yaratık”, “Stalker”, “Birdy”, “Dracula”, “E.T.” “Butch Cassidy and the Sundance Kid”, “Godfather – Baba” vs…

Birkaç yazı boyunca film kişileri hakkında konuşacak, “Karakter nasıl yaratılır?”, “Senaryoda ana kişiler nasıl tanıtılır?”, “Kişiler arasındaki ilişkiler nasıl düzenlenir?” gibi sorulara yanıt bulmaya çalışacağız. Ama öncelikle “karakter” tanımı üzerinde fikir birliğine varmamız gerekir.

Kişiliği, “bir insanı diğerlerinden farklı kılan özelliklerin tümü” biçiminde tanımlayabiliriz. Bu tanımlama, fiziksel özellikleri de içerir. Çünkü fiziksel özelliklerimiz psikolojimize etkide bulunur. Aslında karşılıklı bir etkileşim söz konusudur: İçerik biçimi belirler, biçim içeriği etkiler. Yani insanın ruhsal yanı ile maddi tarafı (bedeni) birbirlerini karşılıklı etkiler ve değiştirirler. Burnunda çıkan bir sivilce, bir genç kızın gününü karartmaya yetebildiğine göre, kambur ya da şaşı olmanın bir insanın kişiliğini hiç etkilemeyeceğini savunmak gülünç olur. Dolayısıyla karakter dediğimizde sözcüğün en geniş anlamını kastediyoruz.

Freud sağ olsun, o ve öğrenci/takipçileri, insanın kişiliğinin anne karnında yaşanan kimi deneyimlerden bile etkilendiğini kanıtladılar. Annenin büyük korkularının bulunması ya da kaygılı bir hamilelik süreci, bebeğin kişiliğine etkide bulunuyor. Wilhelm Reich, klinik araştırmalar sonucu doğum sürecinin yarattığı etkileri belgeledi. Baş aşağı tutulup kıçına şaplak indirilmesinin, kişinin aldığı ilk psikolojik yaraya neden olduğunu kanıtladı. Bilim adamlarının bulgularına göre bebeğin, annesini koku değil sesiyle tanıdığı, kendi vücudunun sınırlarını anladığı, dikkatini odaklamayı ya da sesleri ayırmayı başardığı, emeklemeye, yürümeye ve konuşmaya başladığı, kendi cinselliğini keşfe koyulduğu süreç, yani 0-3 yaş arası, kişiliğinin oluşmasında neredeyse en büyük etkiyi yaratıyor.

Bu dönemin önemini anlayabilmek için gerçek bir olaydan yararlanalım: Reich’a, rahmi kesici bir aletle parçalanmış bir kadın hasta getirilir. Analiz süreci başlar. Doktor ilk keşifle sarsılır: Kadını, sanıldığı gibi kocası değil, bizzat kendisi yaralamıştır. Bunun nedeni ise makas kullanarak mastürbasyon yapmasıdır. Hastanın, evliliğinden hoşnut olmasına karşın kocasıyla cinsel tatmine ulaşamadığı ortaya çıkar ama mastürbasyon sırasında neden bu kadar alışılmadık bir araç kullandığı sorusu uzun süre yanıtsız kalır. Haftalar süren psikoanalizle hasta çocukluğunun ilk dönemine götürülür. 2-3 yaşındayken yani kendi cinselliğini keşfetmeye başladığı sıralarda, pek çoğumuz gibi, cinsel organına dokunduğu için cezalandırıldığı anlaşılır. Hasta çok çocuklu bir ailede yetişmiştir. Annesinin işi başından aşkındır; üstelik saatlerce dikiş dikmek zorundadır. Her yaramazlıkta işini bırakıp çocuklarını cezalandıracak zamanı olmadığı için uzaktan makas fırlatmak yöntemini geliştirmiştir. Böylece cinsel organına her dokunduğunda makasla cezalandırılan hastanın bilinçaltında cinsel zevk ve makas, bir anlam bütünlüğü oluşturmuştur.

Kişiliğinin yeni oluşmaya başladığı dönemde insan psişesi boş bir sayfa gibidir. Yaşanan her anla birlikte o sayfa harflerle dolmaya başlar. Yaşanan her an kişinin bilinçaltında bir karşılık yaratır ve bu hal, uyku ve koma gibi bilincin devre dışı olduğu zamanlarda da sürer. İnsanın gelişiminin durması mümkün değildir. Her nefes alışınızda sayfanıza yeni harfler eklenir. Çünkü zihniniz işlemeyi, bilinçaltınız çalışmayı sürdürür. Filmlerde izlediğiniz olaylar kendi yaşadıklarınızı anımsatır, gördüğünüz kişiler tanıdıklarınızı düşündürür, duyduğunuz sözcükler başka kelimeleri çağrıştırır. Çoğu insan beyninin muazzam işlem kapasitesinin ve çalışma biçiminin hiç farkında değildir ama o çalışmayı sürdürür. Bir bilgisayar gibi sürekli yeni veriler kaydeder, yeni kayıtları eskilerle birleştirir, analizler yapar ve bu analizin sonuçlarını da yeni veri olarak kayda alıp eski verilerle sentezler. Bilinçaltı çıkan sonuçları zihinsel faaliyet, ilham, hayal ve rüya gibi yollarla bilince iletir ve bilinçli zihnin bu mesajlara verdiği tepkileri de veri olarak kaydetmeyi sürdürür. Tüm bunlar olurken kişi, sadece ona özel bir gerçekliği yaşamaktadır. Aynı noktadan günbatımını izleyen 5 kişinin ruhlarına/beyinlerine tamamen aynı verilerin kaydolduğunu varsayalım. Eski veriler birbirine benzemediği için yeni kayıtların sonuçları da farklı olacaktır. Bir başka deyişle aynı deneyimi yaşamış bile olsalar kişiler aynı sonuçlara ulaşamazlar. Yani deneyimden farklı biçimlerde etkilenirler.

İnsanın her an gelişmeyi sürdürdüğünü düşündüğümüzde 4 yaşındaki bir çocuğun bilinçaltının sayfalarında bile inanılmaz çok sayıda kaydın bulunduğunu anlayabiliriz. Peki 62 yaşındaki bir bireyin kaydettiği verilerin toplamı?..

İşin ilginci, her insanın sahip olduğu milyarlarla bile ölçülemeyecek kadar çok verinin tam bir kaydı, her bireyde mevcuttur. Bir başka deyişle, yaşadığınız hiçbir şeyi unutmazsınız, bu mümkün değildir. Unuttuğunuzu sanırsınız; bir başka deyişle belleğinizde taşımazsınız. Fakat bu sadece az kullandığınız eşyaları el altında tutmamanıza benzer. Onları evinizde, üstelik gayet iyi bildiğiniz bir köşede saklarsınız ki gereksindiğiniz an çıkarıp kullanabilesiniz. Bu, şu demektir: Hatırlamadığınız şeylerin de kaydı vardır, sadece yakında değillerdir. Nitekim özellikle hipnoz kullanılarak yapılan binlerce deneyin sonucunda bilim adamları, her insanın yaşamının belli bir anında ne olduğunu tam bir kesinlikle bilebildiğini, daha da ilginci, yıllar evvel dinlediği Sanskritçe birkaç cümleyi de aynen yineleyebildiğini kanıtladılar.

22 Aralık 1989 günü, saat tam 11:02’de ilkokul öğretmeninizin söylediği cümleyi anımsıyor musunuz? Kime sesleniyordu? Ne hakkında konuşuyordu? Bağırmış mıydı? Üzerinde hangi giysiler vardı?.. Bu soruların yanıtlarını biliyorsunuz. Hatta psişenizdeki o ana dair kayıtlar arasında o an ne düşündüğünüz ve hissettiğiniz de bulunuyor. Hatta iki sıra ilerinizdeki kızın başını hafif yana çevirdiğini ve o gün havanın nasıl olduğunu da kaydetmiş durumdasınız.

Ve tüm bu kayıtlar sizi an be an etkiliyor. Ve tüm bu bilgiler bize, her insanın muazzam bir büyüklük ve genişliğe sahip olduğunu ve herkesin benzersiz olduğunu anlatıyor.

Ki bu, karakter yaratmaya girişirken aklımızda tutmamız gereken ilk önemli prensiptir.

Sinema, sayı: 75, Haziran 2001

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder