Copyright © 2014 - Tamer Baran - Tüm Hakları Saklıdır.
Bu blogta yer alan yazılar (içerik), 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince eser sahibi olan Tamer Baran'a aittir. Söz konusu içerik eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz,yayınlanamaz...

8 Ocak 2010 Cuma

"Eşkıya" bize bizi anımsatıyor

Kendi temaları bakımından yakaladığı geniş perspektif, toplumumuza çok geniş bir açıdan bakabilmesi, seyirciye ayna tutması, yitirilen değerleri anımsatması, “yerli film” tanımını yeniden kurması, “Eşkıya”nın sanıldığından çok daha önemli bir film olduğunu ortaya koyuyor

Son yılların en önemli yerli filmi olan “Eşkıya”nın, sinemamızda epeydir unutulmuş bir çapta bir heyecan uyandırmasına, hayli konuşulup yazılmasına karşın yeterince değerlendirilebildiği kanısında değilim.

Filmin öneminden bahsedilince ilk değinilmesi gereken, gişe başarısı oluyor. Bu, irdelenmesi gereken bir olgu, battığı söylenen bir ülke sinemasından bir film, Amerikan majörlerinin ülkemize geldiği 1989 yılından beri elde edilmiş en yüksek seyirci sayısına ulaşmış durumda. 5 hafta boyunca yükselen bir grafik izlemesi filmi, sinema okuması bakımından çok özel bir yere oturuyor. Salonların ciddi krizde olduğu, çoğu filmin beklenin altında bir hasılat yaptığı bir dönemde 900 bini aşkın seyirciyi toplayabilmesi de, sinemamızın geleceğine ilişkin umutlarımızı tazeliyor.

Açılış haftası hasılatı, Yavuz Turgul, Şener Şen ve Uğur Yücel’in bir kez daha bir araya geldiği bir film için parlak sayılmazdı, filme hemen yalnızca orta yaşlı seyircinin (sinemacı deyimiyle “aile”nin) gideceği varsayımlarına yol açıyor, beklentileri azaltıyordu. Ertesi hafta elde edilen yükseliş, ilk hafta seyircisinin filmden hoşnut kaldığını gösterdi, “Eşkıya” adı, ülkemizdeki en önemli promosyon malzemesi olduğuna inandığım “fısıltı gazetesi”nin manşetine oturdu.

Aynı dönemde medya filmi keşfetti. Pek de akılcı olmayan bir yorumla, filmi Susurluk olayıyla birleştirdiler, Şen ve Yücel’in katıldığı televizyon programlarındaki çabalarına karşın, bu yanlış yorumun üzerinde durdular.

Ve bugünkü sinema seyircisini oluşturan 18-24 yaş grubu filmi keşfetti. Kimse bunu hedeflememişti, hatta kimsenin aklına bile gelmemişti ama, genç seyirci filmde “çılgınca” eğlenmenin yolunu buldu. İlk üç hafta geçip film haftalık 100 binin üzerinde bir seyirci ortalamasına otururken, salonlardan da kahkahalar yükseliyordu. İlk haftalardaki seyirci için film hüzün veren bir yapıttı, oysa genç seyirci, Baran’ın giysisinden başlayarak akla gelemeyecek bir dizi motifi çok komik buluyor, son dönemde bunca eğlendiği başka bir filmle karşılaşmamış olmasının da etkisiyle akın akın “Eşkıya”yı izlemeye koşuyordu. Kayıtsız kalınamayacak bir başarı kazanan film artık moda olmuştu, yeni ulusal gurur kaynağımız oydu...

Kuşkusuz bu başarıda, filmi komedi olarak gören genç seyirciyi de, daha aydın kesimleri de etkileyen teknik başarının ve iki başrol oyuncusunun hem dram hem komedi alnında kendilerini kanıtlamış, saygın isimler olmasının da payı vardı. Hollywood filmleri kadar iyi çekilmiş ve oynanmış, “belli bir meselesi olan”, üstelik izleyicisine istediği her şeyi veren, eğlendiren, düşündüren, duygulandıran bir filmle karşı karşıyaydık...

Tüm bu kargaşa içinde film önlenemez hasılatını giderek yükseltirken, kimse “Eşkıya”nın içeriğini tutarlı bir yaklaşımla irdeleyemediği için, geride yalnızca yadsınamaz bir gişe başarısı ile, “Türk sinemasında bir doruk” gibisinden, içi doldurulmamış nitelemeler kaldı. Yıllardır ilk kez eleştirmenlere bol gelen bir film çıkmıştı, alelacele yorumlarla gereğinden fazla övme ya da yanlış bir bakışla yerme (Turgul’un, Tarantino’nun diyaloglarından etkilendiği iddiası!) noktasında kaldılar, filmin değerinin gizli kalmasında pay sahibi oldular.

Çünkü film, tam da içeriğiyle önemliydi, Yavuz Turgul’un önceki yapıtlarıyla “Eşkıya” arasında paralellik kurmak, yönetmenin getirdiği yenilikleri irdelemek, sözün kısası filmi “okumaya” çalışmak, sayısız başka yararlarının yanında, filmin gişe başarısını anlamlandırmamızı da sağlayabilir, bu başarıda eleştirmenlerin payı olduğu gibi yanılsamaları engelleyebilirdi.

Eskisi gibi yaşayamamak
“Değişim karşısındaki insan” teması, Turgul’un tüm yapıtlarında karşımıza çıkan bir izlek; toplumsal değişiklikler sonucu eskisi gibi yaşayamama noktasına gelen bir “son birey”i ele alıyor, onun değişme zorunluluğu karşısındaki tavrından, hem ana izleğini, hem de değişimin gerçekleşebilmesinin iki önemli koşulu olan bilinç ve güç temalarını çeşitleyerek işlediği bir öykü çıkarıyor.

Bir dizi senaryoya imza attıktan sonra yönettiği ilk filmi “Fahriye Abla”da sinemamızın yaygın iki eğiliminden, toplumcu gerçekçilik ve feminizmden kopamayan Turgul’un bir “auteur” olarak kendini ortaya koyabilmesi, “Züğürt Ağa” ile mümkün olur. O nedenle Turgul’un bu temalarla ilişkisine bakmak için alınması gereken başlangıç noktası, senaryosunu yazdığı, Nesli Çölgeçen’in yönettiği “Züğürt Ağa”dır.

Eskisi gibi yaşayamamak noktasına Ağa’dan önce köylüler gelmişlerdir, feodalizm içindeki konumunu sarsarak onu değişmek zorunda bırakırlar. Ağa yaşamını sürdürme güdüsü bakımından güçlüdür, ama yeterince bilinçli değildir, başarabildiği tek şey ayakta kalmak olur. Finalde toplumsal konum bakımından çok aşağıya inmiş olsa da, mutlu olabileceği yeni değerlerle, örneğin aşkla tanışmıştır.

Muhsin Bey, eskisi gibi yaşayamayacağını inatla kabul etmez, değişmeye yanaşmaz. Değişebilecek gücü de, bilinci de vardır aslında, ama etik anlayışı buna izin vermez. Herhangi bir hırsı yoktur, sözcüğün tüm anlamlarıyla “son adam”dır o, bu dünyada yeri kalmamıştır. Sanatı da yozlaştıran toplumsal değişime karşı koyamayan Muhsin Bey, iyi niyetinin ve muhalif tavrının yeni bir Arabesk şarkıcısı yaratmaktan öte bir işe yaramadığını anlar, tek tesellisi aşk olur.

“Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni”nde, Haşmet Asilkan, değişmeye çoktan karar vermiştir, film onun güya değişerek giriştiği film çekme serüvenini anlatır, değişmemeye mahkum olduğu hüzünlü finalle biter. “Muhsin Bey”de (şarkıcı adaylarının parasını çalmasıyla) belli bir kırılmaya uğrayan ahlaki değerler bu kez iyice çarpıldığı için değişmenin önünde etik engel yoktur, ama değişmeye kalkışan birey değişmeyi bir zorunluluk olarak algılayamamıştır, değişme isteği, bir imaj sorununun sonucudur, değişim için gereken güce dair bilinci yeterli olmadığı için de başarısızlığı kaçınılmazdır. Turgul’un bakışı daha karamsardır, Haşmet’in tek tesellisi olabilecek aşka kavuşması da mümkün olmaz.

“Gölge Oyunu”nun pavyon komedyenleri ise, Yavuz Turgul karakterleri içinde, en edilgen olanlarıdır, eskisi gibi yaşayamayacaklarının bilincine tam olarak erişmemişlerdir, “iyilik meleği” ile yaşadıkları serüvenden sonra da değişemezler. Zayıf bireylerdir, iki koşulu da yerine getiremezler, ama Turgul, bilinç temasının altını daha fazla çizmeyi yeğler.

Güçlü ya da bilinçli olmayan, bu yüzden değişemeyen bireyleri anlattıktan sonra, değişmenin zeminin bile olmadığı bir serüvene yönelmesi, Turgul’un yaratıcılık çizgisi bakımından anlamlıdır. “Züğürt Ağa”dan beri giderek karamsarlaşan bir bakış sergileyen sanatçı, temalarını en çok çeşitlediği ve en derin haliyle işlediği filmi olan “Eşkıya”da, düşünsel yönelimin en ileri noktasına gidiyor. Bu nedenle senaryo düzeyindeki seçimlerini -Baran kimliğinden başlayarak- dikkatle incelemek gerekiyor.

Güç ve isyan
Baran’ın eşkıya olması anlamlıdır, toplumsal koşullara kendi yöntemiyle başkaldıran, devlete kafa tutan, isyankar, güçlü bir bireydir eşkıya; kendince bir ahlakı vardır, toplumun dışında ve üstündedir ama topluma karşı değildir, çünkü asıl meselesi devletledir.

Bir Yavuz Turgul karakteri olarak Baran, Muhsin kadar insancıl ve ahlaklı, ama –devlete başkaldırabildiği için- ondan daha güçlüdür. Etik anlayışı edilgen kalmasına izin vermediği için, kendi değerlerini korumakla yetinmez, yozlaşmış olanla mücadele de eder. Eline zaten silah almış bir bireydir, değişmesi yalnızca yorgunluğunu atıp eski günlerine dönmesi anlamını taşır. Bunu yaptığında da, hem değişim sırasındaki bilinci, hem de değişimin kişisel çıkarları doğrultusunda değil, etik değerleri doğrultusunda olmasıyla, Fahriye Abla, Züğürt Ağa ve Haşmet Asilkan’dan ayrılır.

Ahlaklı, muhalif ve tavır geliştirebilen bir karaktere varan Turgul’un seçimi, toplumsal değişime bakışını da ortaya koyar. Artık yozlaşmış olandan uzak durmak yeterli değildir, etik değerlere, ölüm pahasına sahip çıkmak gerekir. Ülke öyle bir noktaya gelmiştir ki, bugüne değin kendi değerlerine sahip çıkarak bir köşede yaşayıp giden namusluların, namussuzlar kadar cesur olması zorunludur. Bunu yapmazlarsa, Ali Nazik kimliğinde kendi karşıtını, inandığı değerlerin yok oluşunu hızlandıracak bir Frankenstein’ı yaratan Muhsin Bey’den farkları kalmayacaktır. Baran’ın silahından çıkan kurşunlar, 1986’da Muhsin Bey’in sağ bıraktığı Frankensteinlara yönelmiş olmaları bakımından ayrıca önemlidir.

Bugünkü eşkıyalık
Turgul’un öyküyü kurarken yaptığı ikinci temel seçim de anlamlı. Baran’ı Keje ve Berfo’yu bulmak amacıyla İstanbul’a, ama herhangi bir semte değil Tarlabaşı’na getiriyor... Örneğin Gazi Mahallesi’ni değil de Tarlabaşı’nı seçmiş olması, Turgul’un auteur çizgisi göz önüne alındığında daha anlamlı ve akılcı. Çünkü Tarlabaşı, Beyoğlu’nun hemen dibinde olduğu için görkemli uygarlık yaşantısına yakın, ama herhangi bir varoş semtinden de farkı olmayan, yoksulluğun ve zenginliğin dip dibe yaşadığı bir yer. Benzerlerine Sirkeci’de rastlanan yoksul otelleri ve gecekondu semtlerinin ilişkileriyle hayli renkli. Turgul’a, Baran’la Cumali gibi insanları yan yana getirerek eşkıyalığın geçmişteki ve günümüzdeki karşılıklarını irdelemek ve daha önemlisi iki ayrı ahlakı karşılaştırmak şansı veriyor.

Baran da, Cumali de küçük çetelerde, yasadışı işlerle uğraşan insanlar, ikisini de yaşadıkları koşullar bu yola itiyor. Baran Cumali’nin uyuşturucu satmasını hoş karşılamasa da, yaptıkları işin kökeninde aynı çaresizlik var: Toplumsal koşulların başka çare bırakmaması yüzünden insanlar, bir zamanlar Arabesk şarkıcısı oldukları gibi, şimdi de uyuşturucu satıyorlar.

Baran Keje’yi, Cumali ise Emel’i deliler gibi seviyor, ikisi de, yüce aşkın tutsağı konumunda, biri 35 yıldır aynı kadını, yaşayıp yaşamadığını bile bilmeden seviyor, öteki sevdiği kızın abisi için Mafya’ya kazık atma cesareti gösterebiliyor. Kendisiyle hiç konuşmamış bir kadınla hala evli kalan Berfo da, sevdiği erkeği hapisten kurtarmak için özverili aşığını kandıran Emel de bu açıdan aynı.

Ama Baran, Keje’ye el sürmezken Cumali, Emel’i her bulduğu yerde sıkıştırıyor. Aşkın gücü aynı, ama yaşanma biçimi değişmiş.

Seyirciye ayna tutmak
Aşkla ilişkilerini saydığımız tüm bu insanlar, bu toprağın insanları, kimi Kürt, kimi Türk, ama aşk karşısında aynı tepkiyi veriyor, Doğu insanın davranışlarını sergiliyorlar. Sevdiği kızı her yerde sıkıştıran Cumali bile, muradına erdiğinde tipik doğulu bir tavırla aşkı yüceltiyor, nikahtan söz etmeye başlıyor.

“Eşkıya”, Lütfi Akad ve Yılmaz Güney’den beridir perdelerimizden silinen Doğulu insanın davranışını yeniden sinemamıza getirirken, seyircisine de özünü anımsatıyor. Batılılaşma yolunda bunca ilerlemişken, aslında hep Doğulu kaldığımızı düşündürüyor.

"Eşkıya" bize bizi anımsatıyor
Turgul’un hedefi de bu zaten, Baran’ın simgelediği geçmişte kalmış, ama bugün yaygın olana kıyasla daha yüce görünen ahlak anlayışı aracılığıyla, fazlasıyla kirlenmiş toplum yapımızı deşifre etmeye çalışıyor. Baran’ın seyirciye, etik anlamda çok uzak geleceği, fakat Cumali’yi kendilerine çok yakın bulacaklarını biliyor, ortak yönlerinin altını özenle çizerken, farklılıklarını da göstererek seyircisine ayna tutuyor, toplumsal değerlerimizin ne kadar değişmiş olduğunu anımsatıyor.

Çünkü Baran geçmişteki, Cumali ise şimdiki halimiz...

Keje geçmişteki, Emel ise şimdiki sevgilimiz... Keje onursuz aşığı Berfo’yu susarak cezalandırabilecek denli güçlü ve onurlu, Emel’in yaptığı gibi, kişiliğinden değil, kadın olmasından gelen bir gücü, hem de özverili aşığını kandırmakta kullanabilecek bir kadın da değil.

İki ayrı dönemin toplumsal yapısında, yaygın kültürlerin sıradan kadın tipleri olan Keje ve Emel’in aşkla ve aşıklarıyla ilişkileri, yaşanan değişime çarpıcı bir örnek oluşturuyor.

Filmdeki hüznün çoğu buradan kaynaklanıyor aslında, inandıkları değerleri yitiren aslında Cumali ya da Baran değil, bizzat biziz, bu toprağın insanları... Türk ya da Kürt fark etmiyor, amacımıza ulaşmak için her şeyi yapıyoruz, en yakın arkadaşına kazık atan Berfo da, kızını getirmesi karşılığında Cumali’ye bedenini sunabileceğini ima eden anne de biziz...

Filmde bize benzemeyen tek karakter Baran, yani geçmişteki halimiz, ondan o kadar kopmuşuz ki, kendi ahlak anlayışı gereği oteldeki fahişeyi reddetmesi, özellikle genç seyirciye çok komik geliyor. O ahlak anlayışı çok uzağımızda artık, sözünü tutmadığı için kimse cezalandırılmıyor, çünkü kimse zaten sözünde durmuyor, eşkıyalığın da bir ahlakı olduğu/olması gerektiği artık bir söylenceden ibaret.

Kendi ellerimizle yarattığımız toplum yapısı, kendimizi yok etmemiz sonucunu doğuruyor. İçimizdeki Doğulu insanın değerleri, yaşam karşısında çaresiz kalıyor, ahlak bir yana bırakılıyor. O yüzdendir ki, aslında başka bir kültürden geldiği için İstanbul’da başından geçenleri anlatmaktan aciz kalan Baran’ın o çocuksu tavırları altında yatan saflığı çoktan yitirmiş bir kısım seyirci, çabucak bir savunma mekanizması geliştiriyor, Baran’a gülüp geçmeyi yeğliyor.

Bu açıdan bakıldığında “Eşkıya”, ülkenin bugünkü haline bir eleştiri olduğu kadar, Türkiyeli insanın geçmişte kalan haline, yitip gitmiş o etik değerlere yakılan bir ağıt da...

“Türk filmi” tanımı
Seyirciye ayna tutmak hedefi, Turgul’un eserinde doğal bir açılımı beraberinde getiriyor. Önceki filmlerinde ana karakterin peşinden ayırmazdı kamerasını, aslolan o kişinin durumu ve değişme zorunluluğu karşısındaki tavrıydı çünkü. Şimdi ise, ana karakterinin ilişkide olduğu insanlara çok daha geniş bir perspektifle yaklaşıyor.

Bunu yaparken, gözde yan temalarından biri olan aşkı da daha geniş işliyor. “Eşkıya”nın tüm ana karakterleri aşkla ilişki içindeler, filmdeki neredeyse tüm dramatik gelişmeler aşk temasıyla ilintili.

Çünkü aşk, Doğulu insanı anlatırken mutlaka eğilmek gereken bir tema, bu toprakların insanını, tüm dünyadan ayıran en önemli olgu aşkla ilişkisi.

“Eşkıya”nın Doğulu insanı ele alması, seyirciyi bir iç hesaplaşmaya, özeleştiri sürecine çağırmasının dışında bir öneme sahip kuşkusuz. 80’li yıllardan beri sinemamız, birkaç ayrıksı örnek dışında hep Batılı form ve temaları öne çıkardı, Türkiye insanının, hemen yalnızca büyük kentte oturan kesimini, yani en çok Batılı görüneni ele aldı, köy ve kasaba ortamına girdiğinde de Doğulu kimliği ya hiç sorgulanmadı, ya da yalnızca ilk bakışta görünen biçimleriyle ele aldı.

Şimdi “Eşkıya” bir çığır açıyor, tüm bu yılların açığının kapatılması gerektiğini, “Türk filmi” kavramına yeniden ulaşmak zorunluluğunu, yalnızca karakterleriyle değil, temaları ve bunlara yaklaşımıyla da bizden olan filmler yapılmasının önemini anımsatıyor.

Ele aldığı tema ve karakterleriyle Doğulu, sinematografisiyle evrensel olan “Eşkıya” tarihe, “yerli film” tanımını yıllar sonra yeniden kuran film olarak da geçecek.

Üstelik bu unutulmayan bir tanımlama olacak, Hollywood filmleri karşısındaki ezikliğini atamayan bir sinemada 1989’dan beri en çok seyredilen film olmasının, sinemayla ilgili kavramlar içinde en çok paraya duyarlılığı olan sinemacılarımızı etkilemiş olması beklenir.

Yetersiz kalan yönler
Kendi temaları bakımından yakaladığı geniş perspektif, toplumumuza çok geniş bir açıdan bakabilmesi, seyirciye ayna tutması, yitirilen değerleri anımsatması, “yerli film” tanımını yeniden kurması, “Eşkıya”nın sanıldığından çok daha önemli bir film olduğunu ortaya koyuyor. Bu yanlarıyla “Eşkıya”, etkisi çok kalıcı olacak bir eser. Bu filmi yaratan Yavuz Turgul ise, hem bir auteur olarak temaları ve yaklaşımı, hem de tipik bir auteur filmi yaptığı halde ulaştığı gişe başarısıyla, yalnız bizde değil, tüm dünya sinemasında özel bir yere oturmuş durumda.

Fakat... Tüm bunlar, filmi yeterince sorgulamadan bağrımız basmamıza, hele sinema tarihimizin en iyi filmi olduğunu savunmamıza yetmemeli.

“Eşkıya”nın Türk sinemasındaki yerini zaman belirleyecek, ama bana kalırsa, Yavuz Turgul’un en iyi filmi bile olmadığı ortada.

Baştan beridir açmaya çalıştığım nedenlerle “Eşkıya”nın çok önemli olduğuna inanıyor, bu yüzden çok da saygı duyuyorum. Kişiliklerinin, düşünsel tavrının ve Doğulu temalarının çekiciliğine kapılmamak zaten mümkün değildi, sonuçta filmi çok da seviyorum.

Ama sinemasal yetilerini düşününce iş değişiyor. İlk sahnesinden başlayarak filmin pek çok yerinde dehşetle irkildim, hele finalde, neye uğradığımı şaşırdım. Açıkçası, ilk kez bir Yavuz Turgul filminde (“Fahriye Abla”yı unutmaktan yanayım) bu kadar hata ve eksik görüyorum.

Örneğin sular altında kalmış köyün kenarındaki sahneyi çok kitsch, Baran’ın tamirhanede giriştiği katliamı sinematografik açıdan hayli yetersiz, Cumali’nin halasının evindeki sahnede aktarılan bilgiyi gereksiz, Baran’ın pezevengi vurmasını -düşünsel açıdan- çok tehlikeli, helikopteri –Cudi göndermesi de dahil- abartılı, muhteşem otel baskınını gösteren sahnenin ardından gelen ceset görüntülerini ve örneğin bankta uyanışlarını gösteren planı ise Turgul’un üslubuna yakışmayacak denli stilize buldum. Çatılarda geçen tüm bir final sekansı ise, pek çok açıdan ciddi problemlerle dolu.

“Eşkıya”nın, Turgul’un asıl üstünlüğü olan senaryo konusunda da handikapları var, Baran’ın, kendisini mermilerden koruyacağına inandığı muskayı kazara düşürmesi gibi...

Sözün kısası Turgul, düşünsel anlamda çok ileri bir düzeye ulaşmış ama bir bütün olarak filmi -özellikle sinemasal öğeleri bakımından- incelenince, örneğin “Muhsin Bey”den daha geride görünüyor. Bunun pek çok nedeni olabilir, örneğin senaryo dışındaki sorunlarda, dünya standartlarında bir teknik ve anlatım düzeyine ulaşma arzusunun ve bu kadar büyük bir bütçeyle ilk kez çalışıyor olmasının payı bulunduğu belli. Birikimi, A kategorisi filmler alanında hiçbir işe yaramayan sinemamızda, az sayıdaki yüksek bütçeli filmlerin, bir dönem daha benzer sorunları taşıyacaklarına, bunun doğal olduğuna inanıyorum.

Bu nedenle önemli olan, “Eşkıya”nın kazandırdıkları... Bu düşünsel düzeye bir kez ulaşıldıktan sonra, hata ve eksikler de giderilir, bunu kimse yapamazsa bile Yavuz Turgul başaracaktır, içimiz rahat olsun.

Antrakt, Sayı: 62, Mayıs 1997

Eşkıya
Senaryo ve yönetim:
Yavuz Turgul; Yapımcı: Mine Vargı; Ortak yapımcılar: Yavuz Turgul, Şener Şen, Uğur Yücel; Görüntü yönetmeni: Uğur İçbak; Müzik: Erkan Oğur; Kurgu: Hakan Akol, Onur Tan; Oyuncular: Şener Şen (Baran), Uğur Yücel (Cumali), Şermin Şen (Keje), Yeşim Salkım (Emel), Kamuran Usluer (Berfo/Mahmut Şahoğlu), Ülkü Duru (Emel’in annesi), Özkan Uğur (Sedat), Melih Çardak (Demircan), Necdet Mahfi Ayral (Andrey Mişkin), Kayhan Yıldızoğlu (Artist Kemal), Celal Perk (Deli Selim); 1996 Türkiye, Fransa, Bulgaristan ortak yapımı, 121 dakika; Yapımcı firma: Filma Cass (Türkiye), Artcam (Fransa), Geopoly (Bulgaristan); Dağıtımcı firma: WB.; Gösterim tarihi: 29 Kasım 1996

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder