Copyright © 2014 - Tamer Baran - Tüm Hakları Saklıdır.
Bu blogta yer alan yazılar (içerik), 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince eser sahibi olan Tamer Baran'a aittir. Söz konusu içerik eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz,yayınlanamaz...

6 Kasım 2009 Cuma

"Tony Takitani"

Ichikawa eğer becerebilseydi Tony’nin yalnızlığını anlatmış olacaktı, Bergman’ın iletişimsizliği anlattığı gibi genel olarak yalnızlık temasını işleyen bir film çıkmayacaktı ortaya, çünkü hikayenin ana teması da yalnızlık değil, iletişim kuramama, kendini yalnızlığa mahkum etme

Jun Ichikawa kuramsal açıdan tartışmaya değer özellikleri olan bir film kotarmış.

Tartışmaya katılabilmek için önce filmi tarif etmemiz gerek: Bir kısa edebiyat öyküsünü resmeden bir film “Tony Takitani”; neredeyse aralıksız devam eden bir anlatıcı (dış ses) hikayeden aynen alınmışa benzeyen cümleler okuyor, bazı sahnelerde de film karakterleri –yine hikayeden parçalarla- ona eşlik ediyorlar. Çok az sahnede diyalog var. Bu deneyimi radyo tiyatrosundan ayıran tek şey, perdedeki görüntüler; onlar da çoğunlukla dış sesi tekrarlıyorlar. Örneğin anlatıcı Eiko’nun çok alışveriş yaptığını söylerken Rie Miyazawa’yı elbiselere bakarken, denerken izliyoruz.

Tüm film boyunca sadece bu anlatım biçimini kullanmak, diğer biçimleri reddetmek anlamına geliyor. Örneğin görsel yapı tek standart üzerine inşa edilmiş: Tüm planlarda kamera ağır ağır soldan sağa hareket ediyor (kitap okurken gözlerimizin yaptığı gibi), bunun mümkün olmadığı bölümlerde ise dar açılı objektif kullanımı ve sabit kamera var.

Bu tür bir reddedişin en önemli örneklerinden biri “The Rope-Ölüm Kararı” filmiydi ve -ilginçtir ki- görselliği kullanımı bakımından da önemli yönetmenler arasında anılmayı onlarca filmiyle hak etmiş bir büyük ustadan, Alfred Hitchcock’tan gelmişti. Tüm filmi tek plan çekme arzusu duyan Hitchcock, -dönemin imkanları ancak buna elverdiği için- 16 dakikada bir kesme yapmak zorunda kalmıştı. Bu denemeden geriye iki şey kaldı: Hitchcock kurguyu reddettiği için sonradan çok pişman olduğunu söyledi (Truffaut’un ünlü kitabında) ve “Ölüm Kararı” hala sinema tarihinin önemli filmlerinden biri kabul ediliyor.

Ichikawa kendi inkarının özeleştirisini nasıl yapacak, bunu bilemeyiz. Ama “Tony Takitani”nin sinema tarihinde önemli bir yeri olmayacağı kesin.

Önemli temalar
Çünkü “Ölüm Kararı”nda dramaturjik açıdan hikayenin sunduğu tüm imkanlar sonuna kadar zorlanmış, önce senaryonun, sonra filmin felsefi açıdan çok saygıdeğer bir seviyeye erişmesi sağlanmıştı. Ichikawa ise hikayenin sunduğu imkanları kullanmayı da ısrarla reddediyor. Oysa elinde öncelikle iletişimsizlik teması var, Tony’nin, giysi düşkünlüğü dışında gayet mutlu olduğu söylenen karısıyla arasındaki ve tabii ki asıl babasıyla ilişkisine damgasını vuran iletişimsizlik.. Karakterler birbirlerinden o kadar farklılar ki yan yana durmaları bile çok çarpıcı bir hikaye yaratabilir, tabii işlemek kaydı şartıyla… Hikayede edebi anlatımla geçen bazı bölümlere görsel karşılıklar yaratması gereken, dolayısıyla senaryoya öyküde olmayan sahneler katan Ichikawa tavrını tam da bu kattığı ve katmadığı sahnelerle belli ediyor: Sanki kendisi de -karakterlerin hayata/birbirlerine mesafeli kaldıkları gibi- öyküye mesafeli durmayı ilke edinmiş. Tam da bu yüzden Tony’nin babasıyla ilişkisini hikayedeki kadarıyla, bir kısa öykü için çok doğal sayılabilecek “Ne Shozaburo Takitani baba olmaya uygundu, ne de Tony Takitani evlat olmaya” cümlesine ufacık bir ek bile yapmayarak geçiştiriyor.

Ve fakat biz, sadece iletişimsizlik temasının bile başarılı bir filme varmak için değerli bir çıkış noktası olabileceğini biliyoruz. Örneğin Bergman başyapıtı “Sessizlik” iletişimsizlik temasını çeşitli yönleriyle ele alır, inceler ve sadece bunu yapar…

Tam bu noktada örneğin “Trois Colours – Üç Renk” üçlemesini de anabiliriz, sadece onlar değil, “Dekalog” serisi de Kieslowski’nin tek bir tema üzerine kurduğu başarılı filmlerden oluşur.

Bergman, Antonioni, Tarkovski gibi yönetmenlerin incelikle işleyip sarsıcı sonuçlara ulaşabileceği başka malzemeler de var filmde: Eiko ölür, ardında çoğunu bir-iki kez ancak giyebildiği yüzlerce giysi ve ayakkabı kalır. Tony’ye babasından geriye kalansa yüzlerce caz plağıdır ama hepsi defalarca dinlenmiş, yıpranmış durumdadırlar. Ne giysiler bir işine yarar Tony’nin, ne de plaklar dinlemek isteyeceği türdendir. Oysa bu nesnelere sahipleri çok önem vermiş, onları biriktirmişlerdir. Yani hikaye okura ölümü birkaç kez anımsatıyor ve hayatın anlamını düşünmesine imkan sağlıyor, ayrıca bir şeylerin biriktirilmesi ve bu koleksiyonların başka insanlara bir şey ifade etmemesi de önemli ve hoş imkanlar sunan bir malzeme, örneğin John Fowles, filmi de yapılan ünlü “Koleksiyoncu” romanında insanları “biriktirenler” ve “biriktirmeyenler” olmak üzere ikiye ayırır ve ana karakterlerinden birine yaşamdan korkanların koleksiyon yaptıklarını ve tehlikeli insanlar olduklarını söyletir.

Öykü-film farkı
Tony’nin annesinin de öldüğünü ve kadından geriye kalan tek şeyin (3 günlük oğlu) Shozaburo’ya fazla bir şey ifade etmediğini de düşününce öykünün yazarı Haruki Murakami’nin son derece bilinçli olduğunu anlıyorsunuz. Ne diyeceğini çok iyi biliyor, nasıl diyeceğini iyi hesaplamış.

Hikayenin yapısı çok iyi kurulduğu içindir ki Shozaburo kendi dışında gelişen şartlar yüzünden yıllarca bir hücrede tek başına yaşıyor, Ichikawa’nın tek yaptığı ise Tony’yi de boş giysi odasında –aynı şekilde- yere yatırmak. Böylece benzerlik gösterilmiş olunuyor, ama ya farklar ne olacak? Tony’nin yapayalnız yerde yatmasının nedeni politik olaylar sonucu gelen bir mahkumiyet değil ki, hayata bizzat kendi yaklaşımının doğal bir sonucu.

Bunlar ve benzeri anlam boşlukları filmin, eseri beğenenler tarafından bile yanlış okunmasına yol açıyor, filmin yalnızlığı anlattığı yargısı yaygın. Ichikawa eğer becerebilseydi Tony’nin yalnızlığını anlatmış olacaktı, Bergman’ın iletişimsizliği anlattığı gibi genel olarak yalnızlık temasını işleyen bir film çıkmayacaktı ortaya, çünkü hikayenin ana teması da yalnızlık değil, iletişim kuramama, kendini yalnızlığa mahkum etme... Bunu yapan tek kişi de Tony değil üstelik, Eiko ve babası da başkalarıyla gerçek bir iletişimi nasıl kurabileceklerini bilmeyen, bunun yollarını aramaya bile kalkışmayan insanlar.

Tam da bu yüzden öykünün finali (Tony’nin, karısının bıraktığı giysileri görünce ağlayan Hisako’yu unutamaması, ama telefonla aramayı da başaramaması) muhteşem, ama aynı finali perdeye taşıyınca çok zayıf kalıyor. Çünkü kısa hikaye ve sinema filmi birbirinden çok farklı türler, dinamikleri bakımından da, seyirci/okuyucuyla ilişkisi bakımından da.

Bu ilişki “Tony Takitani”nin en zayıf noktası. Okuma edimini perdede tekrar yaratan deneysel bir film tabii ki yapılabilir, ama bunu kısa film değil, sinema filmi olarak yapıyorsanız, seyirciyi daha fazla düşünmeniz gerekir. O seyirci ki para vermiş, zaman ayırmış, belli beklentiler içine girmiştir, en önemli beklentisi ise filmle ve perdedeki karakterlerle sahici, canlı, etkili bir iletişim kurmaktır.
Ichikawa’nın senaryo konusundaki tercihleri ve anlatımı bu iletişimi zaten baştan daraltıyor.

Film+, sayı: 6, Eylül 2005

Tony Takitani
Yönetmen:
Jun Ichikawa; Senaryo: Jun Ichikawa, Haruki Murakami (kendi öyküsünden); Yapımcılar: Motoki Ishida, Yonezawa Keiko; Görüntü yönetmeni: Taishi Hirokawa; Müzik: Ryûichi Sakamoto; Kurgu: Tomoh Sanjo; Oyuncular: Issei Ogata (Tony Takitani, Shozaburo Takitani), Rie Miyazawa (Konuma Eiko, Hisako), Shinohara Takahumi (genç Tony), Hidetoshi Nishijima (anlatıcı); 2004 Japonya yapımı; 76 dakika; Dağıtımcı firma: Bir Film; Gösterim tarihi: 12 Ağustos 2005

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder