Copyright © 2014 - Tamer Baran - Tüm Hakları Saklıdır.
Bu blogta yer alan yazılar (içerik), 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince eser sahibi olan Tamer Baran'a aittir. Söz konusu içerik eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz,yayınlanamaz...

6 Kasım 2009 Cuma

"Stigmata"

Fakat kuşkusuz bu görsel anlayış, işlenen tema dolayısıyla felsefi sulara açılan, mistik yani güçlü bir film bekleyenleri düş bozumuna uğratıyor

Metafiziğe, mistisizme karşı dünya çapında artan ilgi sinemada da karşılığını buluyor. Biraz kimi üyelerinin Altın Çağ gibi akımlara meyil vermesinden, biraz da trendi yakalama arzusundan olsa gerek Hollywood da bu ilgi kervanına katılıyor, her geçen gün, genelde uzak durduğu konu ve temalara yakınlık duyar hale geliyor. “The Green Mile-Yeşil Yol”dan “Matrix”e, “Fight Club-Dövüş Kulübü”nden “The Sixth Sense-Altıncı His”e kimi doğrudan mistik konuları işleyen, kimileri de metafiziği öyküsünü tatlandıracak bir sos olarak kullanan filmler geçidi sürerken “Stigmata” ile, mistisizmin en özel alanlarından biri Hollywood damgası taşıyan bir filmde karşımıza çıkıyor.

“Stigmata” ile ilgili söylenebilecek ilk cümle de bu zaten: Bu, tipik bir Hollywood filmi. Övgü ya da yergi değil bu, sadece tespit: Film, yönetmeni Rupert Wainwright’ın yaklaşımından öyküleme tekniğine, müziğinden görsel atmosferine kadar her öğesiyle çağdaş Hollywood ürünlerinin tipik örneklerinden biri.

“Tipik” derken Wainwright’a haksızlık etmeyelim, çalışması asla sıradan değil: Klip-reklam camiasından olduğu her halinden anlaşılan yönetmenimiz, böyle bir birikim ve eğilime sahip herkesin altından kalkamayacağı bir işe imzasını atmış. Filmin ritmi birinci sınıf, görüntü çalışması ve kurgusu da. Öylesine ki, -üslup farklılığını bir yana bırakırsak- kamera arkasında genç bir Alan Parker’ın durduğunu sanabilirsiniz. “History” ve “Blank Check-Açık Çek” filmlerinin yönetmeni Wainwright, özellikle Frankie’nin vücudunda yeni yaraların çıktığı her sahneyi dramıyla, gerilimiyle -üstelik olay anını gösteren gerçek bir plan asla kullanmadan- müthiş bir sinemasal şölen haline dönüştürüyor. Dahası yer yer, bir sekanstan ötekine filmin görsel tonunu değiştiriyor, macera ve bilimkurgulardan bildiğimiz gri-maviden, daha çok kliplerde karşımıza çıkan soluk yeşile, kostüme filmlerden kullanılan kırmızı-kavuniçine rahatlıkla geçiş yapabiliyor ki, böyle bir ton farklılığını bu dengeyle kullanabilen bir yönetmenle ben ilk kez karşılaşıyorum. Böyle devam ederse Wainwright’ın, adını David Fincher gibi meslektaşlarının yanına yazdırması için fazla beklemesi gerekmeyecek.

Fakat kuşkusuz bu görsel anlayış, işlenen tema dolayısıyla felsefi sulara açılan, mistik yani güçlü bir film bekleyenleri düş bozumuna uğratıyor. Ancak bu durumun Wainwright’ın kabahati olmadığı da ortada: Yapımına 7 yıl harcanan proje tüm bu süreç boyunca belli ki saatler boyunca tartışılmış ve bugünün seyircisine en çok hitap edebilecek biçim bulunmaya çalışılmış. Kuşkusuz bu hedef, öykünün tasarlanmasından başlanarak senaryonun ve çekimlerin tüm aşamasında da dikkatle gözetilmiş.

Filmin öyküsü öyle kurulmuş ki biraz kurcalarsanız asıl meselenin aslında stigmata olmadığı sonucuna varıyorsunuz. Bu anlamda öykü kendini yalanlıyor: Eğer Frankie sadece misyonunu tamamlamak isteyen ölü rahibin bir mesajcısı ise stigmata motifine hiç gerek yok, kızın birkaç kez transa girip çevrilen İncil’in bölümlerini halka açık kimi mekanlara yazması yeterli olurdu. Ya da gerçek bir stigmata öyküsü anlatmak yoluna gidilebilir, bu durumda da ortaya, -filmde de anlatıldığı gibi stigmata sadece aşırı dindar kişilerde görüldüğü için- dünyadan elini eteğini çekmiş yaşlı bir rahibin, vücudunda çıkan yaraları sevinç gözyaşlarıyla izlemesini anlatan, mistik konulara meraklı olmayanları hiç çekmeyecek bir film çıkabilirdi.

Hal böyle olunca senaristlere bu iki yapının bir orta noktasını bulmak kalmış, iki ilginç öyküyü iç içe geçirip gerilimi yüksek bir senaryo elde etmeye çalışmışlar. Bu uğurda hayli yüzeysel bir yapı kurmayı, idealist rahip-bilim adamı, kilisesini korumak için cinayet işlemeyi bile göze alan kötü yürekli kardinal gibi klişe tipleri kullanmayı da göze almışlar. Teknik açıdan bakıldığında işlerini iyi yaptıkları söylenebilir, seyirciyi diken üstünde tutmayı başarıyorlar doğrusu. Ama filmin asıl anlatması beklenen şeyi, rasyonel zihinle açıklanamayacak bir durumu yaşayan genç kızın dramını filmde arayın ki bulasınız. Bu da işin bedeli: Gişeye uygun tavır, filmleri, çabucak tüketilen, çabucak unutulan biçimlere oturtuyor, senaristleri aslında hiçbir anlamı olmayan numaralara da başvurmak, biraz daha cambazlık yapmak zorunda bırakıyor, iş gelip Frankie/rahibin kızla yatmak istemeyen Andrew’u duvardan duvara çarpmasına dayanabiliyor.

Filmlerin bizim beklediğimiz gibi yapılmaları gerekmiyor elbette. Ayrıca stigmata motifinin böyle işlenmesinde de bir sakınca yok. Aynı konuyu, farklı bir yaklaşımla, Kieslowski benzeri bir yönetmenin elinden çıkma bir filmde izlemeye de asla itirazımız olmaz.

Gelecekten epey umutluyum: Hiç belli olmaz, bir bakmışsınız felsefi derinliğiyle, haysiyetli tavrıyla, ciddi yaklaşımıyla bağrımıza daha çok basabileceğimiz bir başka “stigmata”, üstelik yine Hollywood eliyle yapılıverir.

Sinema, sayı: 63, Mayıs 2000

Stigmata
Yönetmen:
Rupert Wainwright; Senaryo: Tom Lazarus, Rick Ramage; Yapımcı: Frank Mancuso; Görüntü yönetmeni: Jeffrey L. Kimball; Müzik: Elia Cmiral, Billy Corgan; Kurgu: Michael J. Duthie, Michael R. Miller; Oyuncular: Patricia Arquette (Frankie), Gabriel Byrne (Rahip Andrew), Jonathan Pryce (Kardinal Daniel), Nia Long (Donna), Thomas Koache (Rahip Durning), Rade Serbedzija (Marion); 1999 ABD yapımı; 103 dakika; Dağıtımcı firma: Umut Sanat Ürünleri; Gösterim tarihi: 7 Nisan 2000

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder