Copyright © 2014 - Tamer Baran - Tüm Hakları Saklıdır.
Bu blogta yer alan yazılar (içerik), 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince eser sahibi olan Tamer Baran'a aittir. Söz konusu içerik eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz,yayınlanamaz...

13 Kasım 2009 Cuma

Fikirler ve "ben"

Film öyküleri de düşler gibi bilinçaltımızdan çıkıp gelir, "ben"i ilgilendiren meselelere ilişkin yorum içerirler. Mesajı doğru anlamak, onlarca parlak film hikayesinden daha değerlidir, çünkü yazara kendisiyle ilgili yeni bir şey(ler) öğretir

Film öyküleri yazarla ilişkilerine göre kabaca iki gruba ayrılır: Hikayenin kaynağı senaristtir veya değildir. Üzerinde çalışacağınız bir öykü ya "içinizden" çıkar ya da "dışardan" gelir.

Örneğin bir sipariş alırsınız, bir yönetmen kafasındaki öyküyü ya da film hikayesine dönüşebilecek fikri size aktarıp üzerinde çalışmanızı isteyebilir. Ya da uyarlamanız gereken bir edebi eser vardır. Bu tür durumlarda hikaye, size dışarıdan verilmiştir. Diğer öykülerse içinizden çıkıp gelir.

Gerçek olaylardan ya da kişilerden hareketle yapılan filmlerin öyküleri de bu kategoriye dahildir. Çünkü hayat, devasa büyüklükte bir eserdir, filme alınabilecek binlerce olay her an cereyan eder ve "herkesin bir öyküsü vardır". Tüm bu malzeme içinden hangilerini özellikle seçtiği, senaristin kişiliği, birikimi, ideolojik ve sanatsal tavrı, yaşam amacı ve mutlaka bilinçaltıyla yakından ilgilidir.

Her gün, film öyküsü olabilecek onlarca haber yayımlanır, özellikle yüksek tirajlı gazetelerin, adli vakalara ayrılan "Üçüncü Sayfa"ları zengin malzeme içerirler, senaryolarda bunlardan yararlanmak mümkündür. Bülent Oran gazetelerden kestiği kupürleri, uyuşturucu, kan davası gibi başlıklar verdiği dosyalara kaldırır, yazarken kullanırmış. Oran iki yüzü aşkın senaryoda imzası bulunan bir yazar, Türk sinemasının büyük bir endüstri haline geldiği Yeşilçam döneminin birkaç mimarından biri. O dönemde yapılan filmlerin büyük kitleler tarafından izlenmesinde, seyircinin filmlerde kendisine tanıdık gelen olay ve kahramanlarla karşılaşmasının payı büyüktür, bu aşinalık, endüstriyi oluşturan insanların sınıfsal kökenleri gibi faktörlerin yanı sıra, Bülent Oran gibi senaristlerin yöntemleriyle de sağlanmıştır.

"Gerçek bir öyküden uyarlanmıştır" ibaresine epey filmde rastlıyoruz, eskilerden birkaç örnek anımsayalım: Leopold-Loeb davasından hareketle üç film çekildi, Hitchcock klasiği "The Rope-Ölüm Kararı" bunlardan biridir. Scorsese "Casino"nun çıkış noktasının, filmde Robert de Niro ve Sharon Stone arasında, evin kapısının önünde geçen kavgayla ilgili bir haber olduğunu söylemişti. Metin Erksan bir adamın sevdiği kızı birkaç kez dağa kaçırıp tecavüz etmesini anlatan ünlü filmi "Kuyu"nun hikayesini bir haberden yola çıkarak hazırlamıştı. Diğer çalışmalarından biliyoruz ki tutku gözde temasıdır, böyle bir malzeme Erksan'ı doğal olarak ilgilendirmiştir.

Oysa pek çok yazar ve yönetmeni hiç alakadar etmeyebilir. 17 Ağustos depreminden hareketle -bütçeyi şişireceği için deprem anını kullanmadan- yirmi ayrı film öyküsü kurabilirsiniz, ama bunu yapmak içinizden gelmeyebilir. Orson Welles basın kralı Hearst'ün yaşamından hareketle sinema tarihinin en önemli yapıtlarından biri kabul edilen "Citizen Kane-Yurttaş Kane"i -Herman J. Mankiewicz'le birlikte- yazdı ve çekti, yeni versiyonu yapılacak olsa bu öykü üzerinde çalışmak istemeyecek onlarca senariste rastlayabilirsiniz.

Her senaristin başkaları yaptığında hayranlıkla izlediği ama kendisinin yazmak istemeyeceği filmler vardır, arkadaşlarını öldüren gençler ya da kumarhane yöneticisinin karısıyla kavgası onlara ilgili çekici gelmez çünkü kişilik özellikleri bu filmleri yapan yönetmenlerinkinden farklıdır. Onlar yaşama baktıklarında değişik hikayeler görür, başka filmlerin düşünü kurarlar. Çünkü -senariste sipariş olarak verilenler dışındaki- tüm film öyküleri kişiseldir.

Elbette ki senaristlerin sipariş üzerine çalıştıkları hikayeyle aralarında bir bağ olmalıdır, aksi takdirde ya hiç yazamaz, ya da yeterince derinleşemeyen bir senaryo çıkarırlar, bu da, çevrelerindeki insanları kandırsa bile seyirciyi aldatamaz, çünkü seyirciler filmlerle aralarındaki duygusal bağı önemserler, yazar empati kurmadığı karakterleri ele almış, onu kişisel olarak ilgilendirmeyen olayları işlemişse, bu durumu sezer ve -nedenini tam olarak anlayamadıkları- bir rahatsızlık duyarlar. Çünkü aslolan sanatçının içinden çıkıp gelen şeyi insanlarla paylaşmasıdır.

Bu nedenle senaristlerin ve filmlerinin senaryosunu kendi yazan ya da yazım sürecine katılan yönetmenlerin içlerinden çıkıp gelen fikirleri başka kaynaklardan daha fazla önemsemeleri, -her iki anlamda da- kendi hikayelerini anlatmak istemeleri çok doğaldır. Fakat bu kolay iş değildir, senaristin kendisini şu ya da bu nedenle ilgilendiren fikirleri, yaşantı parçacıklarını işe yarar bir film öyküsü haline getirmesi gerekir ama objektif olması gereken alanla (sahne açmak kapamak gibi teknik yönler), subjektif olmaktan kurtulamadığı malzemesi çelişebilir, bilinç ile bilinçaltı çatışabilir. Bu karmaşadan sıyrılabilmesi için senaristin, elindeki malzemenin kendisini hangi nedenle ilgilendirdiğini bulmaya çalışması iyi bir başlangıç olabilir. Neden bir başkası değil de o fikir içinden gelmiştir? Ayrıca "içinden" dediğimiz de nedir? Bir filmi oluşturacak bir fikir aklımıza nereden gelir?

Yanıt belli: "Ben"den... Tüm yaratıcı fikirler sanatçının "öz"ünden, "ben" adını verdiği bütünlükten kaynaklanır. "Ben"i ilgilendiren, mutlu eden, uğraştıran, korkutan öğeler sanat eserini şekillendirir ya da en azından satır aralarına sızarlar. Bir yazarın günlüğü ve mektupları, kendisi hakkında yanlış bilgi verebilir, oysa eserleri onu bize doğru biçimde tanıtır, çünkü hiç kimse bir roman ya da senaryo boyunca kendisi hakkında yalan söyleyemez (Bu nedenle Stefan Zweig elinde mektupları, günlüğü, söyleşileri vs. olmadığı halde çok başarılı bir Dostoyevski incelemesi yapabilmiştir).

İşini bilen bir terapist, yazar hastası hakkında gereksindiği bilgiye onun düşleri aracılığıyla olduğu gibi, tasarladığı film öyküleri ya da ilerde hikayeye dönüşeceğini umduğu fikirler aracılığıyla da ulaşabilir. Çünkü filmler de düşler kadar kişiseldir.

Film öyküleri de düşler gibi bilinçaltımızdan çıkıp gelir, "ben"i ilgilendiren meselelere ilişkin yorum içerirler. Mesajı doğru anlamak, onlarca parlak film hikayesinden daha değerlidir, çünkü yazara kendisiyle ilgili yeni bir şey(ler) öğretir.

Arkadaşım Ali bir operatör doktorla yapılmış söyleşiyi okurken şu öykü parçacığını bulmuş: Bir ameliyat sırasında Doktor'un hatası hastanın ölümüne yol açar, ama o bunu önemsemez, herkes gibi kendisinin de hata yapma olasılığı olduğunu, onlarca hastanın onun sayesinde ölümden kurtulduğunu düşünür, vicdanı rahat bir biçimde yaşamını sürdürür. Bir gün, ölen hastanın oğlu intikam amacıyla kapısına dayanır.

Ali'ye röportajda onu tam olarak neyin ilgilendirdiğini sordum, Doktor'un ölüm karşısındaki kayıtsızlığına öfkelendiğini anımsadı. Bunu çok yanlış bulmuş, o duygusal tepki sayesinde aklının beyazperdesine namlu karşısında titreyen Doktor'un görüntüsü gelmişti.

Yani Ali -bilinçaltında- ölüme kayıtsız kalmanın suç olduğuna inanıyordu. Üstelik bu o kadar ağır bir suçtu ki, cezası ölümdü. Bu mesajın ölüm bilincine erişmekte oluşuyla ilgili olduğunu sandığımı söyledim. Belki de Freud'un kemiklerini sızlatacak bir yorum yapmıştım, ama Ali'nin işine yaradı, sözlerimi düşünürken birkaç gün önceki bir düşünü anımsadı: Kendisine cehennemden telefon gelmişti.

O küçücük fikrin içerdiği bilgi bununla da sınırlı değildi: Doktor aslında ölüme değil hastasına (insanlara) kayıtsızdı, ölüm (idam) duyarsızlığın cezasıydı. Ve tabii ki Ali'nin Doktor'a öfkesi kendisini kayıtsız bulmasıyla ilgiliydi. Son zamanlarda daha duyarlı hale geldiği için eski haline kızıyor, onu öldürmeye çalışıyordu. Yani, aklına gelen sahnedeki karakterlerin ikisiyle de özdeşleşiyordu.

Yanıtlar yeni soruları doğuruyor: Reenkarnasyondan hiçbir şüphesi olmayan bir insan, ölüme neden ve nasıl bu tepkileri verir?

Ali şimdilerde bu tip sorularla uğraşıyor. Bu çok anlamlı bir çaba, çünkü bakın Kieslowski ne söylüyor: "Hayatınızda ne gibi şeyler oldu ki, kendinizi bugün şu saatte burada buldunuz? Sizi buraya getiren nedir? Bunu bilmek zorundasınız. Kendi üzerinize bu şekilde eğilmeden geçirdiğiniz yıllar, kaybedilmiş zamandan ibarettir. Çünkü kendi hayatınızı anlamazsanız, başkalarına öykü anlatamazsınız."

Son cümledeki kesinlik, Kieslowski'nin sanat anlayışından kaynaklanıyor. Kendi hayatlarını anlamadığı halde başkalarına öykü anlatmış onlarca yazar vardır, zaten her öykü anlatan kendini anlamaya mecbur tutulsaydı, çekilen film sayısı inanılmaz düşerdi. Ama madem ki anlaşmayı kolaylaştırmak için iki kategori uydurduk, şöyle söyleyebiliriz: "İçinden" gelen hikayeyi "iyi" yazmak isteyenlerin, auteurlerin, konularını ciddiye alanların şu soruyla yakın arkadaş olmaları gerekir: Ben kimim?..

Sinema, Sayı: 59, Ocak 2000

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder