Copyright © 2014 - Tamer Baran - Tüm Hakları Saklıdır.
Bu blogta yer alan yazılar (içerik), 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince eser sahibi olan Tamer Baran'a aittir. Söz konusu içerik eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz,yayınlanamaz...

20 Kasım 2009 Cuma

"Can Dostum"

Çünkü bu uyanıklar gişe başarısı için filmin yaşamdan bir kesit anlatması gerekmediğini, öyle görünmesinin yeterli olduğunu biliyorlar. Pembe düşlerin peşinde koşanlara sesleniyor, bir isteyene beş veriyorlar

Sinema tarihi onlarca klişeye birden yer veren pek çok filmle dolu. Bunların bir kısmı (efsanevi “Casablanca” gibi) fazlasıyla ünlü zaten. O filmlerden biri olan “Can Dostum”un başarısı tüm kitch taraflarını gizlemesinde yatıyor.

Senaristlerin de aralarında bulunduğu bir grup genç oyuncu, “üstat” Robin Williams, Bağımsız Sinema’nın tanınmış isimlerinden usta bir yönetmen ve “dahi ama sorunlu” bir gencin değişimini dostluk, aşk gibi önemli temalarla harmanlayan bir öykü… Tüm bunların bir filmde toplanmış olması insanda hayranlık uyandırıyor, fragmandan ve gazete ilanlarında kullanılan sloganlardan olumsuz izlenim edinmeyenlerin salonlara filmi beğenmeye hazır olarak girdiklerini tahmin etmek hiç zor değil. Çoğunun coşmuş bir halde çıkmalarının nedeni de açık: Gayet iyi çalışılmış bir yönetmenlik, vasatın üzerinde oyunculuklar ve “parlak” bir senaryo gördüler.

Haksız sayılmazlar, senaryo gerçekten “parlak görünüyor”. Ama birazcık eşelediğinizde karşılaştığınız tek şey klişeler yığını.

Örneğin sosyokültürel kökenleri dolayısıyla birbirlerine aşık olmaları belki mümkün, ama düzgün bir ilişki yürütmeleri olanaksız gibi görünen iki genç olağanüstü bir aşk yaşıyorlar. Senaristler gerçekten çok akıllı oldukları için kızla çocuk arasındaki sınıfsal çatışmayı atlamıyorlar, fakat ne görüyoruz, kız mirasa konmuş, yani paranın çatışma yaratmasına gerek kalmıyor, onu ansızın “burjuva olmayan” görmemiz bekleniyor, nasıl oluyorsa? Ama zaten kız babasını özlemesiyle ilgili o lafları edince hangi seyircide bunları soracak hal kalır ki?

Geçiyoruz Sean’a. Deliler gibi sevdiği eşi öldüğü için hayata küsen insan çok, fakat o dünyanın en mutlu evliliğini yapmış, karısını görür görmez aşık olmuş, bilmem kaç yıl süren evliliğinin bir anında bile mutsuz olmamış.

Will’in en yakın arkadaşı deseniz o da dünyanın en kusursuz dostu, paylaşmayı, gerektiğinde yalnız bırakmayı, eğlendirmeyi mükemmel beceriyor. Sevgilisi deseniz o da öyle.

Son ikisinde Sean’ı aratmayan bir de bilgelik var, Will’in titreyip kendine gelmesini sağlayan oturaklı sözler etmeyi iyi kıvırıyorlar.

Her şeyin bir miktar kusurlu gibi gösterildiği ama aslında ne kadar kusursuz olduğunun bangır bangır haykırıldığı filmin ana karakteri de doğal olarak bir masal kahramanı.

Filmde verilen iki örnekten de anlıyoruz ki inanılmaz yeteneklere sahip kimi insanlar, yeterli öğrenim görmedikleri halde matematik, fizik gibi bilim dallarına ciddi katkılar yapmışlar. Fakat Will dünyanın en dahi dahisi, binlerce kitabı yalayıp yutmuş, hatta sayfa numarasını vererek alıntı yapıyor. Ama senaryo bu kitapların okunmasının bir zaman sorunu olduğunu hiç anımsatmıyor. Hele de bir işte çalışmak zorunda olan bir insan için.

Böyle inanılmaz bir zekaya sahip olanların kimi basit şeylerle başa çıkamadıklarına (örneğin Einstein küçük matematik hesaplarında sıklıkla yanılırmış), gündelik yaşamın pek çok öğesini algılayamadıklarına, kendileriyle eş ya da yakın düzeyde zeki olmayan insanlarla ilişkilerinin çok sorunlu olduğuna hiç değinilmeyince, yüksek zeka tek yönüyle verilmiş oluyor. Zaten amaç da bu: Seyirci hayran kalsın, satın alsın.

Yazma sürecinde hayli araştırma yapıldığı senaryonun her halinden belli. Filmdeki gibi gençlerin yaşamları incelenip zararsız kısımları alınmış (örneğin esrar bile kullanmıyor, sadece bira içiyorlar), filmin önemli sahnelerinin yaratıcı görünmesi için çok çaba harcanmış. Ruhbilim kitapları hatmedilmiş ve tabii ki bu arada Sean’ın hiç kimsenin mükemmel olmadığını Will’e anlatmaya çalışırken verdiği ilk örneğin ölmüş karısının yellenmesi olamayacağı gibi basit insan gerçekleri hiç umursanmamış.

Çünkü bu uyanıklar gişe başarısı için filmin yaşamdan bir kesit anlatması gerekmediğini, öyle görünmesinin yeterli olduğunu da, Will gibi gerçek bir insanın, gerçek yaşamından kesitler aktarsalar geniş yığınların filme gelmeyeceğini de biliyorlar.

Pembe düşlerin peşinde koşanlara sesleniyor, bir isteyene beş veriyorlar. Bu alışverişe hiç karşı değilim aslında, yalnızca seyirciyi eğlendirmek amacıyla film yapılması da çok doğal, gişe başarısının hedeflenmesi de. Burada sorun “Can Dostum”un sıradan Hollywood ürünleri kadar popülist ve sığ olduğu halde ciddi bir filmmiş gibi sunulması. Bağımsız sinema alanında sağlam kariyeri olan Miramax şirketinin (artık Disney’in malı) ve yönetmen Gus Van Sant’ın isimleri bu imajı pekiştiriyor.

Sahi Van Sant’a ne demeli? Bu senaryoyu çekmekle kalmayıp filmi cilalamak çabasıyla, macera duygusu verebilecek tek sahnede iğrenç ötesi ağır görüntü planlarına başvurmaktan geri kalmıyor. Yazık…

Ve yapımcılar, seyirci ve eleştirmenlerin çoğunun “dahi çocuk/genç” izleğini duyarlılıkla, incelikle, ustalıkla işleyen “Powder-Harika Çocuk”, “Little Man Tate-Küçük Adam”, “Innocent Moves-Masum Hamleler” gibi filmleri anımsamayacaklarını biliyorlar.

Oysa şu üç filmin en eskisi 1991 yapımı.

Sinema, sayı: 42, Haziran 1998

Good Will Hunting-Can Dostum
Yönetmen:
Gus Van Sant; Senaryo: Matt Damon, Ben Affleck; Yapımcı: Lawrence Bender; Görüntü yönetmeni: Jean Yves Escoffier; Müzik: Danny Elfman; Kurgu: Pietro Scalia; Oyuncular: Matt Damon (Will Hunting), Ben Affleck (Chuckie), Robin Williams (Sean Maguire), Minnie Driver (Skylar), Stellan Skarsgard (Lambeau), Casey Affleck (Morgan); 1997 ABD yapımı, 126 dakika; Dağıtımcı firma: WB.; Gösterim tarihi: 1 Mayıs 1998

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder