Copyright © 2014 - Tamer Baran - Tüm Hakları Saklıdır.
Bu blogta yer alan yazılar (içerik), 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince eser sahibi olan Tamer Baran'a aittir. Söz konusu içerik eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz,yayınlanamaz...

6 Kasım 2009 Cuma

Bir ustadan örnek bir sahne…

İlk örnek sahnemiz, Türkiye’nin en usta senaristlerinden biri olan Yılmaz Güney’den… Düşman’ın bir sahnesini irdeleyip gerek sinema otoritelerini, gerekse seyirciyi memnun eden bir seviyeye nasıl ulaştığını anlamaya çalışacağız

Tarih tekerrür ediyor…

Yaşı tutanlar anımsayacaktır; 1990’larda faal olan yönetmenlerimizin epey bir bölümünde “Halk bizi anlamıyor” biçiminde özetlenebilecek bir yaklaşım vardı; filmlerinin çok güzel olduğunu, ama Hollywood’un seyirciyi şartlaması ve kültür seviyesinin düşük oluşu yüzünden eserlerinin içerdiği yüksek değerlerin insanlara ulaşamadığını -medyada da- söyler dururlardı. Bazı tespitlerinde haklıydılar kuşkusuz; ama temelde kendilerini kandırıyorlardı.

1950-70’lerde yapılan yerli filmlerin büyük çoğunluğunu bağrına basan seyirci -televizyonun yaygınlaşması yüzünden- evine kapanmış olsa da, genç kuşaklar da “hareketli görüntü” sevgisini taşıyor, ama Hollywood ürünlerini tercih ediyorlardı çünkü aradıklarını Türk filmlerinde bulamıyorlardı. O dönem piyasaya egemen olan yerli filmlerde popüler sinemadan hoşlanan seyirciye cazip gelecek öğeler de yoktu, sanat sineması meraklılarını tatmin edecek felsefi ve sanatsal seviye de…

Yani sorun seyircide değil, film üretenlerdeydi…

Fakat bu tespitin dile getirilmesi, hele yazıya dökülmesi hoş karşılanmazdı çünkü kamuoyunun, filmlerimiz kötü olduğu için değil, Hollywood yüzünden sektörün zor durumda olduğuna inanması kimilerinin işine geliyordu. Sinemaya devlet yardımı dönemin en önemli gündem maddeleri arasındaydı, Sinan Çetin’in -Antrakt’ta yayımlanan bir söyleşisinde sarf ettiği- “Fakir sinemacı eşektir” cümlesi büyük tartışma yaratmıştı.

O günlerde “Seyirci bizi anlamıyor” demek modasına uyanlar, kaliteden pek nasibini almamış bir film olan “Amerikalı”nın 1992’de -400 bin seyirci ile- yılın gişe rekortmenleri arasına girmesini, kitlelerin sevdiği her şeyin basit, sığ, kötü olduğuna dair yeni bir kanıt saydılar. Ardından gelen “İstanbul Kanatlarımın Altında” ve “Ağır Roman” gişe rekorları da o kişileri pek alakadar etmedi.

Oysa çok önemli bir değişiklik gerçekleşiyor, sinemamız yıllar sonra seyircisiyle barışıyordu.

Önemli olan da buydu: seyirci yoksa üretim düşer, üretim düşükse -bizimki gibi sektörlerde- sanatsal kalite de düşük kalır...

Sonunda “Eşkıya” efsanevi çıkışını yaptı… Sanatsal açıdan tüm 90’ların en iyi yerli filmi kabul edilen bu eserin gişede de başarılı olması, tartışmaları bitirdi. Kimsenin hayal bile edemediği sayıda seyirci çeken “Eşkıya” Türk sinema tarihinin akışını değiştirdi…

Onu Arzu Film, Cem Yılmaz ve BKM filmleri izledi, sonuçta bir tek filme 4 milyon bilet kesilmesini normal bulmaya başladık. “Seyirci bizi anlamıyor” diyenler sessizliğe gömüldüler, bu yaklaşıma inananların sayısı azaldı.

Bu arada, 1990’larda sinema sektörümüzün önde gelen isimleri arasında yer alan senarist ve yönetmenlerin çoğu silinip gitti, eserleri 15 yılda unutuldu.

Çünkü o filmler zayıftı; felsefi, sanatsal, toplumsal ve dramaturjik öğeler bakımından seviyeleri yüksek değildi…

Bunun aksi geçerli olsaydı, örneğin “Ateş Üstünde Yürümek”i, yapıldığı yıl ulusal yarışmalarda ödüllere boğulan “Cazibe Hanımın Gündüz Düşleri”ni sinemaseverler bugün de biliyor, tekrar tekrar izliyor olurlardı, sinema yazarları örneğin Lütfi Akad filmlerine, veya “Muhsin Bey”e, “Umut”a, “Anayurt Oteli”ne gösterdikleri saygıyı onlara da gösterirlerdi…

Altın madeni
Sinemamızın bir kez daha şaşaalı bir yükselişe geçtiği bugünlerde de ortalık “zayıf” filmle dolu, ama filmciler yeni bir altın madeni keşfetmenin mutluluğu içindeler… Gişe başarısına ulaşmak çok kolay görünüyor ya, o eski kriz günlerini kimse anımsamak bile istemiyor.

Oysa, ders alınamadığında tarih tekerrür eder.

60-70’lerin kolay başarılarının ardından 80-90’lardaki kriz yaşanmıştı. Bugün aynı hatalar tekrar edilirse, gelecekte benzer krizler kapıyı çalacaktır…

Ama şimdi “balayı” dönemi; sinemacılarımız esriklik içindeler, o yüzdendir ki eleştirileri ciddiye almamak gibi zaafları yineliyorlar. İşin tuhafı, o eleştirmenlerin önemli bir kısmı 90’larda da faaldiler, süreci yakından izlediler, bugünkü eleştiri ve uyarılarında o deneyimin etkisi var.

Yinelenen olgulardan ilki bu: Eleştirmenler bu dönem yapılan filmlerde kalitenin düşük olduğunu söylüyorlar ama sinemacılarımız yine dinlemiyor, ders çıkarmaya çalışmıyorlar.

O yüzdendir ki bir sonraki olgu da yinelenecek gibi görünüyor: Maalesef bu dönemde çekilen filmlerin çoğunun senarist ve yönetmenleri de silinip gidecekler…

Bu söylediklerimi enine boyuna tartışmaya bu köşenin sınırları yetmez; ama kalite düşüklüğünün en önemli sebebini, yani senaryolardaki vasatlığı konuşabiliriz.

Fakat vasatı tartışmak, hem yeterli olmuyor, hem de insanın enerjisini tüketiyor… O nedenle birkaç sayı boyunca olumlu örnekler sergileyeceğiz.

İlk örneğimiz, Türk sinemasının en usta senaristlerinden bir olan Yılmaz Güney’den… 1979’da Zeki Ökten’in yönettiği “Düşman”ın bir sahnesini irdeleyip gerek sinema otoritelerini, gerekse seyirciyi memnun bırakan bir seviyeye nasıl ulaştığını anlamaya çalışacağız.

Açlık ve arkadaşlık
Filmin açılış sekansının epeyce sahnesi bir amele pazarında geçer… Eserin ana karakteri İsmail (Aytaç Arman) ilk kez o gün pazara çıkmıştır; her şeyi hayretle izler. Orada İsmail’in gördükleri aracılığıyla Güney, hem ana karakterini tanıtır ve sevdirir, hem de küçük hikayelerle filmin ana temasını güçlendirir.

İsmail’in gördükleri arasında “Fareler ve İnsanlar”ın ünlü karakterleri George ve Lennie’yi anımsatan iki Karadenizli arkadaş, ufak tefek, zeki Abdullah (Şevket Altuğ) ve iri yarı, orta zekalı Rıfat (Kamil Sönmez) da vardır. Bir kamyonet yanaşır, üzerindeki adam 15 kişi alacağını söyleyince ameleler araca hücum eder, birbirlerini iterek, düşürerek kasaya doluşurlar. O kargaşada Abdullah da binmeyi başarmış, aracın arka tarafında bir köşeye sıkışmıştır. Araç hareket edince Rıfat arkadaşının kolunu tutarak koşmaya başlar, bir yandan da Abdullah’a kendisine yardım etmesi için yalvarmaktadır. İkisinin de dört gündür aç olduklarını önceden seyirciye bildirmiş olan Güney, etkileyici bir ikilem oluşturur böylelikle: Arkadaşlık mı daha değerli, iş mi?..

Yani: Hayatın manevi değerleri mi, maddi değerleri mi?

Abdullah’ın zaten yetersiz olan fiziksel gücü, açlık yüzünden daha da azalmıştır, tıklım tıklım dolu olan araca arkadaşını çekmesi imkansızdır. Rıfat da dermansız, üstelik kiloludur; aracı uzun süre takip edemeyeceği bellidir, ama koşmaya devam eder.

Tam bu anda filmi durdurup senaristin elindeki seçeneklerden bazılarını inceleyelim:

1. Rıfat Abdullah’ın da yardımıyla araca tırmanmayı başarır, sahne ikisinin mutlu hallerini resmederek biter. (Bu ikili filmin yan karakterleri bile olmadıkları için, içine düştükleri açmaz da -seyirci açısından- orta şiddetteydi. Bu seçenek o açmazı çok kolay çözüyor, derinliğini yok ediyor. Yani dramaturjik açıdan zayıf. Zaten toplumcu gerçekçi bir filmde mutluluğun dramatik etkisi çok azdır. Ayrıca bu seçenek düşünsel açıdan da hiç kuvvetli değil)

2. Sahne Rıfat’ın pes edip arkadaşının kolunu bırakmasıyla biter. Acılı gözlerle uzaklaşan aracı izler. İşi alamadığı gibi arkadaşının umursamazlığına da tanık olmuştur. Yaralıdır. Göğsü körük gibi inip kalkar… (Dostluğun açlık yüzünden parçalanması etkileyici, ama karakterlerin yaşadıkları açmaz ve o nedenle oluşan mücadele yine kolay çözüldü. Rıfat’ın trajedisi zayıf kaldı çünkü güçlü kuvvetli göründüğü için az sonra gelecek bir başka iş fırsatını değerlendirebilir. Düşünsel yönü güçlü ama dramatik yönü zayıf olan bu seçenek ilkinden daha iyi, ama hala yetersiz.)

Sokak ortasında ölmek
Seçenekleri çoğaltmaya gerek yok; Yılmaz Güney’in tercih ettiği haliyle sahne, olası tüm versiyonlardan kat be kat üstün:

Rıfat koşmayı bırakmadığı için Abdullah ona öfkelenir, kolunu kurtarmak amacıyla arkadaşının elini ısırır. Yaşadığı fiziksel ve (arkadaşının ihaneti yüzünden) duygusal acının etkisiyle Rıfat neye uğradığını şaşırır, bacaklarına hakim olamaz, araçla bağı kopmuş olmasına rağmen duramaz. Düşerken kafası kaldırıma çarpar. İş bulmanın mutluluğunu yaşayan Abdullah’ı taşıyan araç uzaklaşırken Rıfat yolun kenarında son nefesini verir…

Güney’in sanat anlayışı bakımından bu seçeneğin düşünsel yönü çok güçlü: “Bu düzen yüzünden” yoksul insanların hayatlarının ne kadar kolay harcandığını vurguluyor. Öte yandan Rıfat’ı harcayan da bir başka “tutunamayan”, böylece bir önceki seçeneği etkili kılan “dostluğun açlık yüzünden parçalanması” izleği daha da güçleniyor, ayrıca çok etkileyici bir başka temayla, ihanetle harmanlanmış. İkilinin yaşadığı açmazı fiziksel mücadeleye dönüştüren bu seçenek Rıfat’ın trajedisini de en üst seviyede işliyor, yani dramaturji prensipleri açısından da tüm şıklar içinde en güçlüsü bu... Duygusal açıdan da çok üst seviyede çünkü insanların çok büyük bir bölümünün kayıtsız kalamayacağı açlık, yoksulluk, dostluk gibi motiflere yenilerini ekliyor: Sürpriz bir ihanet ve ölüm, özellikle de beklenmedik bir anda, sokak ortasında ölüvermek…

“Umut”, “Sürü”, “Yol” gibi sinemamıza önemli festivallerden ödüller getiren filmleri de yazan (ve “düzen” engellemediğinde yöneten) Yılmaz Güney; zor bir yaşam sürmesine, örneğin “Düşman”ı hapishane köşelerinde yazmasına rağmen, olabilecek en üst seviyeye çıkmayı genellikle başarmıştır…

Örneğin bu sahnede, Rıfat yere düştüğü an ulaştığı düşünsel ve dramatik seviyeyi daha da ileri götürmüştür: Yoldan geçmekte olan kimi yoksul insanların koca adamın düşmesine (kendilerinin de her an yaşayabilecekleri türden bir kazaya) gülmelerini de eklemiştir sahneye. Çevreden toplaşanlar ve pazarda bekleyen ameleler de umursamazlar içlerinden birinin ölümünü… İsmail üzülür, sohbet etmekte olduğu Diyarbakırlı yaşlı adam: “Artık hiç acıkmayacak” der.

Ve ölünün üzerine çıplak kadın fotoğraflarıyla dolu bir gazete serilir.

O gazete ki -toplumcu gerçekçi sanat anlayışına göre- “bozuk düzenin borazanlarından” biridir.

O gazete ki, Rıfat’ın bir başka açlığına da denk düşer: daha önceki bir sahnede balkondan kendini atmaya çalışan çırılçıplak bir hayat kadınına aç gözlerle bakmış, bu yüzden Abdullah’tan azar işitmiş, kendini savunurken unutulmaz “Kari başkadur, karin başkadur” repliğini etmiştir.

Ve o gazete, -imkan bulursa- Rıfat ve benzerlerinin okumayı yeğleyeceği türdendir…

Film+, sayı: 19, Ekim 2006

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder