Copyright © 2014 - Tamer Baran - Tüm Hakları Saklıdır.
Bu blogta yer alan yazılar (içerik), 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince eser sahibi olan Tamer Baran'a aittir. Söz konusu içerik eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz,yayınlanamaz...

27 Kasım 2009 Cuma

"Aşk Yazım"

Pawlikowski’nin yönetmenliği tamam ama bundan çok daha başarılı işlere imza atabilmesi için senaryoyla ilgili sorunlarını çözmesi, kendisini daha da geliştirmesi gerekiyor. Çünkü bütün o büyük usta denilen yönetmenlerin hepsinin ortak bir özelliği var: Senaryo konusunda da çok yetkin oluyorlar

Mona’yı resim yaparken gösteren zarif jenerik, yönetmen Pawlikowski’ye tam not vermemiz için yeterli: Artık yaşamından adamakıllı bunalmış durumdaki Mona tüm umudunu Tamsin’le yaşadığı aşka ve birlikte kuracakları yaşama bağlamıştır. Ona gitmek istediğini söylediğinde abisi onu odaya kilitler. Mona duvara Tamsin’in resmini yapar ve sevgilisini dudaklarından öper.

Olağanüstü bir sinemasal an…

Pawlikowski’nin bu anı, jenerik (ve dolayısıyla filmi açmak, hikayeye girmek için) seçmesi akıllıca, üstelik yönetmen bu ana hak ettiği değeri de veriyor.

Çoğu “arthouse” filmin içinde debelendiği sinemasal anlatım araçları kısırlığına düşmeyen Pawlikowski, gerek Avrupa ve gerekse Hollywood sinemasının 110 yıl boyunca biriktirdiği araçlardan uygun gördüklerini büyük bir rahatlık ve beceriyle ve üst seviyede bir estetik anlayışla kullanıyor film boyunca. Oyunculuklar genelde gayet iyi, film ritmi kusursuz, yönetmenin filme aktardığı kişi, olay ve nesnelere yakınlığı tam olması gerektiği kadar, tüm film boyunca yaklaşımı olağanüstü dengeli, filmi o kadar iyi kurmuş ki şaşırıyorsunuz… Pawlikowski son derece yetenekli bir yönetmen; böyle küçük, iddiasız filmlerde pek karşılaşmadığımız bir ustalığa sahip. Belli ki ilerde çok daha heyecan verici çalışmalarını göreceğiz.

Fakat aynı şeyleri filmin kendisi için söylemek imkansız… Yönetmeninin ustalığına rağmen “Aşk Yazım” orta halli bir film, izleyip geçtiğiniz, içinizde çok yankılanmayan, büyük ihtimalle ikinci kez zaman ayırmayacağınız ürünlerden biri. Ve tabii ki bunun nedeni filmin senaryosunun yönetmenin çalışmasıyla aynı seviyede olmaması…

Senaryonun öncelikle ana ekseninde (“Atölye” yazılarında kullandığımız deyimle “bir cümle”sinde) sorun var: İki genç kızın aşk ilişkilerini anlatan bir eser olmakla, Mona’nın yaşadığı ilişkiyi ve sonunda uğradığı hayal kırıklığını temel almak arasında kararsız kalmış, ve büyük olasılıkla bunun nedeni bir romandan uyarlanmış olması, anlaşılan romandaki sorun çözümlenmeden perdeye aktarılmış.

Bu iki ana eksenden biri daha zayıf zaten: Sinemanın bugününde, ele aldığı tema üzerinde yeni bir şey söylemeyen, hatta pek çok boşluk bırakan bir lezbiyen ilişki filmini kim ne yapsın? Tamsin’le ilişkisinin Mona’nın hayatındaki yeri az çok çıkıyor, ama Tamsin zaten lezbiyen midir, yoksa ilk kez mi bir kızla birlikte oluyor, bu ilişkiye nasıl bakıyor, ne buluyor, kendini yabancılaşmış mı hissediyor, neden o büyük yalanları söylüyor… bunlar hep havada kalan sorular. Peter Jackson’ın “Heavenly Creatures” ve Lukas Moodysson’un “Fucking Amal-Sev Beni” filmleri bu konuda çok daha doyurucu çalışmalar olarak belleğimizdeyken “Aşk Yazım”dan bu açıdan tatmin olmamız olanaksız. Özellikle “Sev Beni” hem lezbiyen bir ilişkiyi tüm boyutlarıyla ve inandırıcı biçimde işliyor, hem de çok daha delifişek bir senaryonun da katkısıyla, inanacak, tutunacak bir değer bulamayan günümüz Batı gençliğinin içinde debelendiği boşluğun etkili bir resmini çiziyordu; “Aşk Yazım”ın bu literatüre katkısı ise önceden söylenmiş olanları yinelemekten öteye gidemiyor.

Yalanlar
İkinci hat çok daha güçlü: Annesiz babasız büyüyen, kendisini dine veren ağabeyinin eski eğlenceli halini özleyen, çok yalnız ve umutsuz bir genç kız olan Mona’nın yaşamı zaten yeterince dramatik. Şu sözlerine baksanıza: “Mezbahada işe gireceğim. Kendime bir serseri bulup evleneceğim. Üst üste çocuk doğuracağım ve menopozumu bekleyeceğim. Ya da kanseri.” Kimsenin saçını okşamadığı, resim yeteneğini veya güzelliğini övmediği bir kız olarak yaşayıp giderken, düşlerindeki kişiyle, aslında kendisinin olmak istediği insanla, Tamsin’le karşılaşıyor. Ayakları yerden kesiliyor doğal olarak, fakat ayrılık kaçınılmaz. Tamsin’in yaşattığı hayal kırıklığı olmasa bile kültürel ve sınıfsal farklılıkları aşmaları olanaksız. Sözün kısası Mona’nın hikayesi zaten etkili.

Ama senaryonun iki cami arasında beynamaz kalması yüzünden bu hikaye de yeterince işlenemiyor. İşlenebilse bir kere gerçek-yalan teması var ki olağanüstü malzeme sunuyor. Kızkardeşinin hastalık ve ölüm sürecini sarsıla sarsıla ağlayarak anlatan Tamsin’in, böyle bir konuda yalan söyleyebildiği için söylediği diğer her şey de sise bürünüyor, “Mona Lisa”nın orijinalini incelememiş olabilir örneğin. Çok sıkıldığı için kendini fantezi dünyasına hapseden bir karakter o. Aynen dine yönelişi sahte çıkan Mona’nın ağabeyi Phil gibi. Sahip olduğu barı din merkezine dönüştüren, kendi yaptığı dev bir haçı, onlarca insanın katıldığı bir törenle bir tepeye diken Phil, gün geliyor dindaşlarını ite kaka kovuyor mekanından, üstelik: “Sahtekarlar” diye bağırarak.

Bunlara Tamsin’in babasının ailesine, Mona’nın eski sevgilisi Ricky’nin karısına söylediği yalanları eklerseniz, filmde izlediğimiz tek gerçek şey Mona’nın duyguları oluyor. Yalanlarla örülü bir dünyada kendi gerçeğini keşfetmeye ve yaşamaya çalışan bir genç…

Sadece bu temadan bile çok daha etkili bir film çıkabilirdi.

Neden çıkamadığını Zeynep Aksoy’un Radikal İki’de yayımlanan yazısından öğreniyoruz: Çok daha geniş bir malzemeye sahip olan romandan sadece bu iki kız arasındaki ilişkiyi almak isteyen yönetmen çekimlere 37 sayfalık senaryoyla başlamış, perdede gördüğümüz sahnelerin, özellikle repliklerin çoğu doğaçlama, sette çıkmış şeyler.

Tam da bu yüzden Pawlikowski film ritminde gösterdiği başarıyı senaryo ritminde gösterememiş, hangi temaya ne kadar ağırlık vereceğini iyi hesaplayamamış, altı çizilmesi gereken bazı öğeleri atlayıp bazılarına ise gereğinden fazla yer ayırmış. En kötüsü de, hangi soruların yanıtsız kaldığını çekimleri bitirmeden görme şansına sahip olamamış.

Örneğin Phil’in hikayesi gereğinden fazla uzun yer almış filmde. Kötü bir yan hikaye olduğu için değil, çok çarpıcı aslında, dine yönelişi ister samimi ama başarısız bir deneme olsun, isterse sahtekarlık, doğru düzgün işlense çok hoş bir malzeme… Fakat filmin ana temalarıyla bağı yeterince kurulmadığı için o da boşlukta kalmış.

Senaryoyla ilgili tüm bu sorunlar en başta dile getirdiğim tespite bir muhalefet şerhi koymayı zorunlu kılıyor: Pawlikowski’nin yönetmenliği tamam ama bundan çok daha başarılı işlere imza atabilmesi için senaryoyla ilgili sorunlarını çözmesi, kendisini daha da geliştirmesi gerekiyor. Çünkü bütün o büyük usta denilen yönetmenlerin hepsinin ortak bir özelliği var: Senaryo konusunda da çok yetkin oluyorlar.

Film+, sayı: 7, Ekim 2005

My Summer of Love / Aşk Yazım
Yönetmen:
Pawel Pawlikowski; Senaryo: Pawel Pawlikowski, Michael Wynne (Helen Cross’un romanından); Yapımcılar: Christopher Collins, Tanya Seghatchian; Görüntü yönetmeni: Ryszard Lenczewski; Müzik: Alison Goldfrapp, Will Gregory; Kurgu: David Charap; Oyuncular: Natalie Press (Mona), Emily Blunt (Tamsin), Paddy Considine (Phil), Dean Andrews (Ricky), Michelle Byrne (Ricky'nin karısı), Paul Antony-Barber (Tamsin'in babası); 2004 İngiltere yapımı, 86 dakika; Gösterim tarihi: 9 Eylül 2005

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder