Copyright © 2014 - Tamer Baran - Tüm Hakları Saklıdır.
Bu blogta yer alan yazılar (içerik), 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince eser sahibi olan Tamer Baran'a aittir. Söz konusu içerik eser sahibinin izni olmadan kopyalanamaz,yayınlanamaz...

25 Eylül 2009 Cuma

Her şey bir senaryoyu başlatabilir

Bundan sonrası kolay: Karakter varsa, hikaye de var demektir... İyi olduğuna inanan bir senarist göğsünü gere gere şöyle haykırabilir: "Bana bir karakter verin, sinema dünyasını yerinden oynatayım!.."

Gizemli ulumalarla kederini geceye boşaltan bir köpek, kapanan bir kapı, gülümseyen bir bebek, damlayan bir musluk, bir insanın (bir oyuncunun?) yüzü veya her türden ruh sancısı: ihtiras, kıskançlık, hırs, özlem, pişmanlık, hüzün, acı... her şey bir senaryoyu başlatabilir. Senarist darmadağınık birtakım fikirleri yan yana getirebilecek birikim ve yeteneğe sahipse ve ne anlatacağını biliyorsa, bir toplu iğneden bile hareket edebilir. Nasıl olsa o iğne ait olduğu hikayeye sizi götürecektir. Her şey rehberdir.

Ken Russell'ın filminde Mahler'in dediği gibi; seçen sanatçı değilse, eser sanatçıyı seçiyorsa, yeni senaryosu için öykü arayışında olan yazarın çevresine dikkatle bakması yeterli olacaktır.

Asistanlarımla "beyin fırtınası"na başlarken aralarından birinin birkaç sözcük söylemesini isterim: -dile getiren kişiyle söze dökülen arasındaki karmaşık ilişkiyi bir yana bırakırsak- her şeyden bağıntısız, anlamı şüpheli, bir işe yarayacağı kuşkulu, tam da bu yüzden kışkırtıcı bir cümle...

Bir keresinde biri "Bir kadın raylara bakıyor" demişti.

"Nasıl bakıyor?"

"Dikkatle."

"İntihar mı edecek?"

"Düşünüyor."

Yazarlar meraklı yaratıklardır; meğer yüzlerce soru pusuda beklermiş: "Kim bu kadın? Yaşı kaç? Neden intiharı düşünüyor? Nasıl bir kişilik kalabalık bir istasyonda raylara kendisini atmayı düşünür? Bu tür bir intihar biçimi nasıl bir mesaj içerir?.."

"Mesaj mı... Kime?"

"Kocasına."

"Anlar mı?"

Bu kez benzeri sorular kocası için soruldu, yanıtlar bulundukça, kıvılcımı yaratan öncül motifin arkasında yatan gerçeklik kavranmaya başlandı, film öyküsünün ucu göründü: tren yolculuğuna başlamıştı.

Kuşkusuz başka yazarların elinde o yolculuk başka türlü biçimlenecek, belki daha ustalıkla kotarılacaktı...

Önemi var mı?

Bizim maceramız, bir kadınla oğlu arasındaki ilişkiyi eksen alan bir öyküye vardı. Bittiğinde her şeyi başlatan sahne hikayede yoktu.

Ama asıl nokta şu: Raylara o biçimde bakabilecek bir kadının öyküsüydü bu. Bir resimden çıkmış ve ruhen o resme sadık kalmıştı.

Aklın beyazperdesinde bir fotoğraf belirmişse öykü zaten hazırdadır, o resmin içinde; bir yaşanmışlık parçası akıp gelmiş, resmedilmiş o anı yaratmıştır.

Yaşlı bir adamın dudakları aralanır, "Rosebud" sözcüğü duyulur, elindeki cam küre yere düşer, yuvarlanır... Sahnenin son resmi olan genel plan dikkatle incelendiğinde Kane'in karakterine ilişkin binlerce bilgi ediniriz, üstün yapıtların böyle bir gücü vardır. Bundan sonrası kolay: Karakter varsa, hikaye de var demektir... İyi olduğuna inanan bir senarist göğsünü gere gere şöyle haykırabilir: "Bana bir karakter verin, sinema dünyasını yerinden oynatayım!.."

Film hikayesi yazmanın çok pratik bir formülü şu olabilir: Sağlam iki karakter yaratın, karşılaştıkları anda unutulmaz bir öykü başlayacaktır.

"Butch Cassidy and the Sundance Kid-Sonsuz Ölüm" ya da "The Good, The Bad and the Ugly-İyi, Kötü, Çirkin" filmleri bu cümlenin içerdiği doğruya tanıktırlar.

Aklın aynasından yansıyan bir görüntünün irdelenmesi... Ama insan aklı binlerce görüntüyle doludur, en azından bellek imajlarla çalıştığı için binlerce anı parçacığıyla...

İyi ya işte, bunların herhangi biri bir film öyküsünü başlatmaya yeterli olabilir.

Tek gereken başlangıç için neyi seçeceğini, neye itaat edeceğini bilmek ve sabırlı olmaktır.

İlk başta seçim kolay değildir elbet ama çok sağlam bir rehberi vardır yazarın: Kendisi...

Yaşam ve yazar dünya güzeli bir çifttir, yaşam yazarı döller, yazar içindeki öyküleri doğurur...

Aslında yazmak sözcüğüyle kastedilen keşfetmek, açığa çıkarmak, kayda geçirmektir. Her şey bir senaryoyu başlatabilir, başlama atışını duyan beyin harekete geçer, sahnelerden repliklere, düşsel yüzlerden ürkütücü imajlara sıçrayarak ilerlemeye koyulur, bir tren misali, "sinopsis", "tretman" gibi tuhaf isimleri olan istasyonlar arasında sarsıla sarsıla gider, benzersiz bir serüveni ilmek ilmek dokur, tükenir... tüketir...

Ama öncelik hep öyküdedir, çünkü filmler öyküler üzerine inşa edilirler. Sağlam bir öykü ise -tüm sinema tarihinin de gösterdiği gibi- az bulunur bir nesnedir, çünkü benzersizdir... Başlangıçta senaristin elinde bulunan parçacıklar, belki bir görüntü ya da birkaç replik, zavallı yazar elindeki tek bir parçacığın bile bütünün özelliklerini taşıdığını kavrayana kadar uçsuz bucaksız bir otlakta oynaşan vahşi atlar gibi beyninde döner durur. Eyerlemek olanak dışıdır, çıplak sırtlarına binme cesaretini göstermek ve orada sonsuza kadar sürmüş gibi gelen birkaç dakika boyunca kalabilmek gerekir. Usta rodeocuların elinde o parçacıklar eninde sonunda uysallaşır, gizlerini açığa çıkarmaya boyun eğerler.

Fakat süreç nasıl da karmaşıktır, her şey her yere ait gibi görünür, eldeki malzeme sanki birbirine pek az benzeyen onlarca öyküye de uygundur, ne yönde ilerleyeceğinizi bilemezsiniz.

Öykü kâh vardır, kâh sisler ardında kayboluverir, her şeyin arap saçına dönmesi an meselesidir; açılış yapacağı sanılan öğe gidip finale yerleşebilir, bir diğeri, doğduğu an, eski bir yaratının kardeşi olduğunu haykırır, oysa yazar onu uzak bir kuzen olarak bile değerlendirmemiş, bir başka senaryoya ait sanmıştır.

Yazarı kendi niteliklerinden kuşkuya düşüren sarsıcı süreçlerin ilki böyle yaşanır. Bir sınıf dolusu çocukla baş başa kalmışsınızdır, falanca replik, üstü başı kir pas içinde okula gelen bir afacandır, çekidüzen vermek zordur. Filan karakter dersine çalışmaz, üstelik sözlüde bir bilge gibi susar, oysa sözlerine ihtiyacınız vardır. Bir tema parçacığı hep okul birincisi olan çocuk kılığındadır, öneminin bilincindedir, kraldan çok kralcı kesilir, daha çok öğrenmek için yanıp tutuşur, yerli yersiz sorularla hocasının ustalığını sınamaya kalkışır, arkadaşlarını acımasızca yargılar.

Biri sınıfta uçurtma uçurur, bir başkası altınıza raptiye koyar, arkanızı döndüğünüz an sınıfta bir vaveyla kopar... Onları mezun edeceğiniz (başkalarının beğenisine sunabileceğiniz) günün hayaliyle uğraşır durursunuz... Ve sık sık, bırakın mezun olmayı, okuma yazma öğrenmeyi bile başaramayacaklarına inanırsınız. Sabretmek gerekir. O taraftan olmuyorsa öteki yandan yaklaşırsınız çocuklara, onları dinlemeyi öğrenir, anlamaya çalışırsınız. Çünkü seversiniz onları, "mürüvvetlerini görmek" için yanıp tutuşursunuz. Vazgeçmek onlara ihanettir, siz olmasanız onlar da olamayacaklardır, uğraşmak zorundasınızdır.

Maalesef senaryo yazmanın bir başka yöntemi henüz bilinmiyor; sorularla, tasarlamayla, keşfetmekle, uydurmakla geçen binlerce saatten sonra bir de harfleri yan yana dizip sözcükler, cümleler, sahneler oluşturmanız, okudukça dünyanın en iyi senaristi olduğunuza kanaat getirip bir sonraki sayfada kendinizden nefret etmeniz, defalarca değişiklikler yapmanız gerekiyor.

Ve sonra yapımcının, yönetmenin, oyuncuların soruları, hatta değişiklik talepleri gelir...

Aylarca süren angarya, benzersiz bir hamallık!..

Senaryo yazmak, angaryadan mazoşist bir zevk almaktır.

Tema filmleri de vardır kuşkusuz ama onlarda da süreç aynıdır. Kieslowski ile senaristi Krzystof Piesiewicz özgürlük teması üzerine kuracakları filmin öyküsünü tartışmak için bir araya geldiklerinde yine ortada birkaç kırıntı dışında bir şey yoktu. Belki biri "Trois Coluers: Blue-Üç Renk: Mavi" filmini hapisten çıkan bir adamla başlatmayı bile önermiş olabilir. Herhalde özgürlük temasını saatlerce tartışıp sanat alanına yoğunlaşmaya karar vermişlerdir. Öykünün ucu sıralarda görünmüş olsa gerek.

Bazense ortaya bir fikir atılır, örneğin bir stüdyo yöneticisi, bir senaristi arayıp "çılgın, sevimli, dağınık bir polisle düzenli, saygın, aile babası ortağının macerasını ele alan bir film yapalım" diyebilir, belki "Lethal Weapon-Cehennem Silahı" filmine böyle başlanmıştır, ama dikkat, telefon konuşması sürerken ortada hâlâ öykü yoktur.

"Leoparın Kuyruğu"nun yaratıcısı kimi röportajlarında "yapımcı Turgut Yasalar, senarist Turgut Yasalar'a az mekanlı, az kişili bir öykü siparişi verdi" diyor. Güzel cümle, hoş bir gerçeği dile getiriyor: sipariş anında öykü yok henüz, senarist çalışıp hazırlamış.

Biraz farklı bir örnek: Robert Altman'ın "The Player-Oyuncu" filminde 5-6 cümleyle dinlediği öyküler arasından seçim yapmakla yükümlü olan stüdyo yöneticisi Tim Robbins'e bir senarist "The Graduate-Aşk Mevsimi"nin devamını yapmalarını önerir. Ortada yine öykü yoktur ama daha net bir şeyler vardır, bir Holivud stüdyosunun yöneticisi "Aşk Mevsimi 2"nin içermesi gereken öğeleri ezbere sayabilir.

Demek ki film öyküsü yazmanın tek yolu bir imgenin peşine takılıp narin bir kelebek gibi o daldan ötekine uçmak değildir. Belirli bir tarif, bir sipariş üzerine öykü yazılabilir. Aslına bakılırsa bu yöntem endüstri için çok gereklidir. Çünkü sinema filmleri yapımcılar tarafından... seyirci için yapılır. Senaristler tuhaf yaratıklar oldukları için de yapımcılar onların keyfine kalırsa endüstrinin batacağını bilirler. Yapımcı daha da enteresan bir yaratıktır; varoluşunun anlamını, eldeki senaryonun, tarihin o döneminde seyirci nezdinde bir karşılığı olup olmadığı sorusuna dayandırır, çünkü harcayacağı yüz milyarların geri dönmesi kaygısını taşımaktadır. Film yapımı sırasında paranın her gün oluk oluk akıp gidişini izlemek insanın ruhunu zedeliyormuş, öyle söylüyorlar, bu doğruysa yapımcı da kendince haklıdır.

Bu haklılığın bilinciyle bazen şöyle cümleler ediverir: "Tom Cruise ve Nicole Kidman için bir aşk filmi yazsana bana."

"Stephen King'in 'The Rage-Hiddet' isimli öyküsünü Türkiye'ye adapte edelim. Fakat telif ödemek istemiyorum, ona göre, öyle uyarla ki onun olduğu anlaşılmasın."

Nasıl yani?..

Böyle zamanlarda kafası sanat düşleriyle dolu olan genç senarist, ustası David Mamet'in sözünü anımsar: "Yapımcıların sanatla ilişkisi, giyotinin hukukla ilişkisine benzer."

Hangi yöntemle yazılırsa yazılsın, neye hizmet ederse etsin, sonuç olarak öykünün kimi özellikler taşıması gerekir. Şu soru önemlidir: Bu hikayenin bir proje olarak değeri ne?

Dünyanın en güzel öyküsünü yazmış olabilirsiniz, bir proje olarak değeri azsa, filmin yapılabilmesi için para bulunamaz, hadi yapıldı diyelim, seyirci gelmez. Endüstri denen masal devi ise seyirciyi getiremeyen projelerden hiç hazzetmez. Sinema pahalı bir sanattır, o filme yatırılacak paranın ağırlığını senaristin duyması gerekir, her şey bir yana, iki senaryosu iş yapmazsa üçüncüsünü kimseye kabul ettiremeyeceği için.

Etkilendiğiniz herhangi bir şeyden hareketle senaryo yazmak şiirsel bir süreçtir, proje kavramını temel almak ise mimari tasarımlara benzer. Kuşkusuz yaratıcı bir iştir ama yapılacak binanın öncelikle kimi ilkel gereksinimlere cevap vermesi gerekir: Dünyanın en güzel köşkünü, içine tuvalet koymadan inşa etmek kime ne kazandırır ki?

Bu yüzden senaristin yaratma esrikliğini, doğum sancılarını, kendini Tanrı gibi hissetmeyi falan bir yana bırakıp bitirdiği öykünün bir proje olarak değerini amansız bir sorgulamadan geçirmesi gerekir: Bu fikirden bir senaryo olur mu? Nasıl bir film çıkar? O filmi ben izlemek istiyor muyum? Birisi çekmek isteyecek mi? Böyle bir filme, hangi nedenle olursa olsun ihtiyaç var mı? Yapımcı bu senaryoya neden para yatıracak?

En vahimi: Seyirci neden bu filme gelecek?

Seyirci dünyanın en güzel köşkünde tuvalete gidecek olan kişidir. Onu tek ilgilendiren kendi ihtiyacıdır, sıkıştığında estetik değerler umurunda bile olmaz.
O yüzden zorunludur bu soruların yanıtlanması. Bayağı ve onur kırıcı olduklarını biliyorum, çok da sıkıcılar ama yaşam kurtarırlar. Sinema tarihi aynı zamanda, bu soruları zamanında sormamış ya da doğru karşılıkları bulamamış senaristler mezarlığıdır. Kendileriyle birlikte kimi yönetmen ve yapımcıları da sürüklemiş olmaları neyi değiştirir; ölüler yalnızdır.

Sinema, Sayı: 49, Şubat 1999

3 yorum:

  1. 3 Yıl evvel, Üniversite 1. Sınıftayken okumuştum bu yazıyı ve bilgisayarıma kaydetmiştim. şimdi yeniden karşıma çıktı..
    Çok güzel bir yazı, sadece sinemayla ilginenleri değil her insanı etkileyebilir.

    "Aklın beyazperdesinde bir fotoğraf belirmişse öykü zaten hazırdadır, o resmin içinde; bir yaşanmışlık parçası akıp gelmiş, resmedilmiş o anı yaratmıştır."
    Özellikle bu cümle bir özdeyiş gibi kurgulanmış. Bir çokları gibi..
    Tebrikler ve teşekkürler üstad..
    Bir de şey var: "İnsanlardan büyülen"

    YanıtlaSil
  2. Yazarken bir mühendis edasıyla yazmam gerektiğini hatırlatan eşşiz bir yazı olmuş.Paylaş butonu olsaydı bu yazını büyük bir zevkle paylaşmak isterdim.

    YanıtlaSil
  3. İlginize teşekkür ederim... Paylaşma düğmeleri anahtar kelimelerin hemen üzerinde.

    YanıtlaSil